BIR
EMPERYALİST PROJE OLARAK: ERDOĞAN - GÜLEN
24.05.2015
(Selda H. Aksoy)
Soğuk savaş döneminin sona ermesi ve tek kutuplu kapitalist
dünyaya geçişle beraber, dünyanın dengesi daha da bozuldu. Eski
Sovyet sistemi tüm olumsuzluklarına, açmazlarına rağmen vahşi
kapitalizmin gemini tutan ve dizginleyen bir görev üstleniyordu.
Tabii ki bunu ancak Soyetlerdeki çözülme yaşandıktan sonra, can
yakıcı bir şekilde daha iyi anlamış olduk bir çoğumuz.
Kapitalizmin karakteristik krizi yeni milenyuma adım atmamızla
beraber daha da büyüdü. Giderek sosyal, kültürel, siyasal bir
kriz haline gelmesi ise kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Küreselleşme
adı altında emperyalistler tarafından dünyaya dayatılan tek
tipleştirme politikaları; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik
alanda istenildiği kadar kolay ve hızlı işlemeyince kriz daha da
arttı. Öyle ki 2003 Irak savaşı öncesi Amerika'nın bazı
eyaletlerinde pirinç, ekmek, et ve süt satışları bile karneye
bağlanarak, var olan yetersiz stokların kullanımı yeniden
düzenlenmeye ve açlık ve kıtlık sorununa yeni çareler bulunmaya
çalışılıyordu. Tabii Irak ve Afganistan savaşları vahşi
kapitalizmin kâr
hırsını doyurmak ve kapitalizmin dönemsel ama eskiye nazaran
(1920'ler ve 1970'ler dahil)alan olarak daha etkin olan krizine
çareler bulmak için tasarlanmış savaşlardı.
Elbette öncelikle savaşlara
gerekçeler yaratılmalıydı. Bunun için ABD'nin bizzat planladığı
11 Eylül İkiz Kulelerin ve Pentagon binasının vurulması
saldırıları planlandı ve 'Saddam gibi bir diktatörün emrinde
Irak'ta nükleer santral kuruluyor' yaygarası koparıldı ve plan
devreye sokuldu. Planın uygulanması için bir paravana, bir maşaya
ihtiyaç vardı. Tabii ki bunun için yıllarca 'Komünizm
tehlikesine' karşı bir gladio örgüt olarak ABD'nin yarattığı,
finanse ettiği ve dünyanın birçok bölgesinde kirli işleri için
kulandığı Al Qaide terörist örgütünden daha iyi bir maşa
bulunamazdı.
Irak ve Afganistan savaşlarının
hedeflediği şey; petrol ve doğal gaz rezervlerine el koymak, ve
bölgeyi yeniden emperyalistlerin lehine şekillendirmekti. Bu plan
işletildi fakat bu da kendi başına vahşi kapitalizmin derin
krizine çare olamadı. Irak ve Afganistan'da batağa saplanan ABD ve
Batılı ittifakları tüm Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeye ama
bunu Irak ve Afganistan'daki gibi direk kendi ordularını kullanarak
değil, yeni bir yöntemle yapmaya soyundular.
Sırada Libya, Suriye, Mısır,
İran ve Kürdistan vardı. Bu ülkelerin (Kürdistan'ı ayrı
tutarsak) ortak özelliği, küreselleşme politikalarına tam uyum
sağlamamaları ve yer altı ve yerüstü zenginlikleriydi. Bahsi
geçen ülkeler vahşi kapitalizmin iktisadi politikalarının
sürdürülmesi açısından sorunlu bölgelerdi. IMF ve Dünya
Bankası'nın borçlandırmakta zorlandığı ülkelerdi. Ekonomik,
sosyal , kültürel ve politik olarak küreselleşme politikalarının
tam olarak uygulanamadığı ülkelerdi. Bu nedenle Ortadoğu'nun
yeniden şekillendirilmesinde (BOP-Büyük Ortadoğu Projesi) öncelik
verilmesi gereken yerlerdi. Savaş bu kez Irak ve Afganistan'daki
gibi devam edemezdi. Emperyalistler bu iki savaşta da en büyük
karşı çıkışları ve resti Amerika ve Britanya halklarından
görmüşler ve girdikleri bataktan nasıl kurtulacaklarının
çaresine bakmaya başlamışlardı.
Bu açmaz, emperyalistlerin yeni
bir arayış ve konsept oluşturmalarına neden olacaktı. Bu
konsepte göre ABD ve Ingiltere askerlerinin bizzat savaşa katılması
yerine, bahsi geçen bölgelerde gladio tipi örgütlenmelerle bu iş
kotarılacaktı. Bunun için de öncelikle bu bölgelerde iç
çatışmaların yaratılması, var olanların derinleştirilmesi ve
bölge ülke ve halklarının birbirine düşman edilmesi
gerekmekteydi. BOP projesinin uygulanabilmesi için ABD'nin en yakın
ittifakı, soğuk savaş döneminin savaş örgütü olan ama soğuk
savaşın bitmesine rağmen kendini feshetmeyen NATO'nun da
vazgeçilmez üyesi olan Türkiye'ye ihtiyaç vardı.
Tayyip Erdoğan ve Fetullah Gülen
işte tam da bu noktada devreye sokuldu. Gülen okullarını
yasaklayan onlarca ülkenin artık şüphe etmedikleri bir gerçek
olarak, Fettullah Gülen'in CİA'ye çalıştığı ve Gülen
hareketinin misyoner rol oynadığı bu dönemde “ılımlı İslam”
projesiyle Tayyip Erdoğan ve partisi AKP, Ortadoğu'ya rol model
olarak sunulmaya başlandı. Öyle ki; Mısır'da sembolü ampül,
adı da AKP olan bir parti bile açıldı.
Recep Tayyip Erdoğan
yoksulların, mazlumların, ezilmişlerin sesi olacağını deklare
ederek, birçok ayak oyunu ve hile ile ve elbette ABD'nin desteği ve
yönlendirmesiyle iktidara yürüdü. 12 yıllık iktidarı döneminde
kendinden her isteneni yaptı. En önemli devlet ve kamu kurumlarını
kendisine bağlamayla işe başladı. Yargı, emniyet, askeriye,
eğitim, diyanet ve medyayı tamamen kendine bağladı. Bunu gah
saldırı yöntemiyle, gah o alanlarda kadrolaşarak başardı. Öyle
ki, geçtiğimiz yıl Gülen Hareketiyle başlayan çatışması
sonucunda Gülen cemaatinden olan emniyetçi, hukukçu ve
bürokratları pasifize edecek kadar devlet ve kamuda palazlandı,
yerleşti.
Erdoğan'ın oynadığı misyon
gereği kardeş ülke
dediği Suriye'ye
saldırması, orada konuşlanan ve Rojava başta olmak üzere Kürd
ve Suriye halklarıyla savaşan Al Qaide'ye bağlı Al Nusra
teröristlerine parasal yardım, silah sevkiyatı, kimyasal bomba
malzemesi, logistik destek sağlamakla kalmadı, gerektiğinde orada
emperyalistler lehine mazlum halklarla savaşmak üzere terörist
yetiştirip gönderdi. O da yetmedi Türk ordusunu salıp, Rojava'da
Kürdlere karşı savaştırdı. Bu dönemde Ortadoğu'da başlayan
ve Arap Baharı olarak tarihe geçen halk ayaklanmalarını
bastırmak, emperyalistler lehine tersyüz etmek, Mısır'da olduğu
gibi kukla diktatörlerle var olan ilerici atılımları ve isyanları
yok etmek için olağanüstü çaba sarfeden emperyalistlerin
politikalarından milim sapmayan bir politik hat izledi.
Bu arada Güney-Batı
Kürdistan'da başlayan halk devrimi sonucu Rojava özerkliğini ilan
etti. Mart 2014 yerel seçimlerinde tüm Türkiye ve Kuzey
Kürdistan'da 40 ilde elektrik kesintileri yaparak, sandıkları
çalarak hile ve baskı ile seçimlerden yine birinci parti olarak
çıkan AKP'nin Kuzey Kürdistan'ı diğer parçalardan ayıran sınır
hattı boyundaki tüm yerel yönetimleri almak için özellikle
olağanüstü çaba sarfetmesi Erdoğan ve şürekasının bununla
nereye varmak istediği konusunda da bize ipuçları vermektedir. Bu
bölgeleri Kürtlerin kontrolünden çıkararak, ilerde yaşanacak
çatışma ve savaşta diledikleri gibi o alanlarda at oynatacakları
hale getirmeye çalıştıkları aşikar. Örneğin, Ağrı'da oylar
15 kez sayılmasına rağmen BDP'nin orada birinci parti olmasına
rağmen bu hazmedilememiş ve seçimler yenilenmek üzere iptal
edilmiştir. Rojava'ya komşu olan Ceylanpınar'ın özellikle
BDP'nin elinden alınmaya çalışılması da aynı hedefe uygun
atılan adımlardır.
Erdoğan'ın her toplumsal olayda
şiddeti tırmandıran açıklamalar yapması ve toplumu ayrıştıran
bir dil kullanması misyonu gereğidir. Bunu Erdoğan'ın bozulan
psikolojisiyle veya iktidar hısrıyla açıklamaya çalışmak son
derece naif yaklaşımlar olsa da resmin tamamını görmekten
uzaktır.Örneğin Erdoğan'ın Roboske katliamında orduya teşekkür
etmesi, Gezi katliamlarında “polisimiz destan yazmıştır”
deyip katliamları onaylaması hatta katliamcı polisleri
ödüllendirerek yüreklendirmesi, Reyhanlı saldırısında
gelişmeleri haber veren asker Umur Talu hariç faillerin
yargılanmaması, Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın vakfı
üzerinden Al Qaidecilerle kurduğu finansal ilişkiler, kabine
bakanlarının Al Qaideci terörist başlarıyla poz poz
fotoğrafları, 14 yaşında polislerce vurulup katledilen Berkin
Elvan'ı terörist ilan edip, meydanlarda acılı anaları
yuhalatması ve en son Soma Maden katiamında madencileri ve
babalarını kaybeden madenci çocuklarına tekme-tokat ve
yumruklarla saldırması, her fırsatta Alevilerle ilgili aşağlayıcı,
rencide edici ve hedef gösterici bir dil kullanması ve bunların
hepsi emperyalist bir projenin parçaları olarak mükemmel bir
şekilde görevini yapan bir misyonerin tavrından başka bir şey
değildir.
Bununla hedeflenen ve işletilen
plan şudur; Erdoğan işe toplum mühendisliğiyle başlamıştır.
Toplumu yeniden şekillendirmenin en kolay yolu din afyonudur. O da
bunu çok iyi kullanmıştır. 'Dindar toplum yaratacağız'
söyleminin altında yatan şey; sorgulamayan, dilenci knumuna
düşürülmüş, gerici ama ahlaktan yoksun, her şart altında biat
eden bir toplumun inşaasıdır. Bu nedenle eğitim sistemi baştan
aşağıya değiştirilmiş, tüm ilk ve ortaokullar imamhatip okulu
haline dönüştürülmüş, Alevi ve diğer gayrı-Müslüm çocuklar
tüm ülkede fişlenmiştir.
Toplum mühendisliğinin ikinci
ayağı Kürdler üzerinedir. Erdoğan, Kürd hareketini “barış
süreci” adı altında nötralize etmiştir. Ortadoğu'nun en güçlü
hareketi olan Kürd hareketinin emperyalistlere ve Kürdistan'ı
dörde bölen işgalci bölge ülkelerine karşı en dinamik ve en
yenilmez güç olduğunu hem emperyalistler ve hem de bölge ülkeleri
çok iyi bilmektedirler. Erdoğan, projesini hayata geçirirken
Kürdleri İslam kardeşliği aldatmacası ve barış kozuyla kendine
bağlamayı hedeflemiş ve ucu açık ama Kürdlerin aleyhine işleyen
bir sürece mahkum etmiştir. Böylelikle Kürdler ne Kuzey
Kürdistan'da yeni kurulan yüzlerce kalekol ve karakola, ne Rojava
sınırına çekilen duvara, ne Gezi Direnişine, ne hergün Rojava
sınırında vurulup öldürülen kardeşlerine, ve ne de Al
Nusra'nın Kürdistan'da konuşlanmasına karşı yeterli ve gerekli
tepkiyi örgütleyememiş adeta siyasi felce uğratılmışlardır.
Öte yandan Türkiye'de Kürdlere karşı geliştirilen nefret
söylemi ve suçları (linçler) bizzat Erdoğan tarafından
kullanılan dille yaygınlaştırılmış ve normalleşmiştir. Buna
rağmen Kürdistan'da bu güne kadar herhangi bir Türke linç
uygulanmamış ve nefret söylemi geliştirilmemiş olması
emperyalistlerin ve dolayısıyla onların kuklası Erdoğan'ın
etnik temelli halklar arası çatışma ve halk savaşı hülyasını
suya düşürmüştür.
Hal böyle olunca da, Türkiye ve
Kürdistan'ı çatışma ve savaşın içine çekmek için gerekli
olan koşulların yaratılması için inanç temelli çatışmanın
devreye sokulması için kollar sıvanmıştır. Bu tıpkı Irak'da
Falluca'nın iki yıl boyunca dış dünyadan izole edilerek, tüm
kutsal mekanlar bombalanarak yaratılan Şii-Sünni çatışmasının
tekrarı gibidir. Erdoğan bunun için öncelikle İslamın Alevi
düşmanlığından yararlanmaya çalışmaktadır. Dünyanın en
masum halkı Alevileri bir toplumsal çatışmanın ve savaşın
içine çekmeye çalıştığı aşikardır. Cemevleriyle ilgili
yaptığı açıklamalar, Almanya'da yaşayan Alevilere dönük
hakaretleri, Gezi'de öldürülenlerin hepsinin Alevi oluşu,
Okmeydanı'nda Cemevi'ne kurşunla saldırıp Alevi gençlerinin
öldürülmesi ve bunların tümü Alevileri inanç eksenli bir
çatışmanın içine çekmek içindir. Dikkat edilmesi gereken bir
diğer husus Erdoğan'ın her toplumsal olayda eli satırlı,
dincileri halkın üzerine salmasıdır. Bundan çıkarılması
gereken sonuç ise: her an çatışmaya ve katliam işlemeye hazır
böyle bir ekibin, böyle bir illegal gücün (yeşil gladio)
varlığıdır. Bunu bizzat destekleyen ve yaratan da Erdoğan'ın
kendisidir. Erdoğan bunu Gezi olayları sırasında “biz 50% yi
evde zor tutuyoruz...” dedikten hemen sonra bu eli satırlıların
Gezi direnişçilerine saldırması bunun en iyi kanıtıdır.
Suriye ve Rojava sınırında
beslediği Al Nusra ve İSİD çetelerinin daha uzun süre orada
kalması ve Türkiye'deki toplumsal olayların bizzat Erdoğan eliyle
ve diliyle tırmandırılarak, giderek bir kaos ve çatışma
ortamının hazırlanması ve bunun neticesinde emperyalist
müdahalenin zemininin hazırlanması hedeflenmektedir. Erdoğan'ın
misyonu bunu gerçekleştirmektir. Bunun için de görevini mükemmel
yaptığını söyleyebiliriz. Hem Kürdistan'ın ve hem de
Türkiye'nin BOP projesinin dışında düşünülmesi akla ve
mantığa aykırı, aşırı iyimser bir tutum olacaktır. Önümüzdeki
dönemde Türkiye ve Kürdistan'ın topyekün bir savaşa dahil
edilme ihtimali çok yüksektir. Bunun nedeni dünya bor madenlerinin
70% inin Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da olması, Kürdistan'ın
petrol bakımından son derece zengin olması, içme suları
bakımından dünyanın en zengin bölgesi olması, Yeraltı
madenlerine hala el değmemiş olması ve elbette kültürel
zenginliğini sayabiliriz.
Peki Erdoğan ve Gülen tüm
bunları neden yapmaktadır. Birincisi, Erdoğan'ın Soma'da
madenciye “İsrail dölü” demesinin altındaki nedenlere bakmak
gerekir. Erdoğan ve tayfası gerçek anlamda hiçbir zaman İsrail
karşıtı olmadıkları gibi birer Yahudi misyoneri oldukları artık
bilinen bir gerçektir. Tıpkı, Gülen'i finanse edenlerin
Amerika'daki Yahudi lobisi olduğunu bilmeyenin kalmadığı gibi. Bu
nedenle Erdoğan bu gerçeği örtbas etmek için arada bir “one
minutes” diye yalancıktan bağırmaktadır.
İkincisi, Erdoğan ve yakınları
hayal edemeyecekleri kadar zenginleşmişlerdir. Bu emperyalistlere
hizmet sonucu vardıkları noktadır. Bu O'nun ödülüdür ve iddia
edilenlere bakılırsa Erdoğan ve tayfasının yolsuzlukları
karşısında misyonunu tamamladığı takdirde ABD'nin kendisine
önerdiği seçeneklerden biri; yolsuzluk, rüşvet ve
dolandırıcılıkla elde ettiği paralarla beraber ailesiyle kaçıp,
İngiltere'ye yerleşebileceği yönündedir.
Üçüncüsü, bilindiği gibi RT
Erdoğan kolon kanseridir ve üç kez bağırsaklarından ameliyat
olmuştur. Kanserin birçok türüne çare olan ilaç üretilmesine
rağmen dünya ilaç devlerinin bunun üretimini ve piyasaya
sunulmasını engellediği bilinmektedir. Bunun başında da ABD ve
Alman ilaç firmaları gelmektedir. Erdoğan'a kansere kesin çözüm
tedavisinin uygulandığını düşünmekte sakınca yoktur. Bu da
Erdoğan'ın bir başka diyet borcudur, emperyalist yandaşlarına
karşı ödemesi gereken.
Dördüncüsü, Erdoğan ve Gülen
çatışmasıdır. Kanımızca bu da senaryonun bir parçasıdır. En
iyimser tahminle rant bölüşümü konusunda içine düşülen bir
ihtilaftan öte bir çatışma değildir. Çünkü neticede Erdoğan
ve Gülen'i besleyen, destekleyen ve bu arenada oynatan güçler
birbirinden ayrı ve gayrı değildir. Her ikisinin de ipini tutan
Yahudi lobisi ve CIA'dir.