Saturday 21 December 2013

Cemaat -AKP kavgası ve Kürtler

Cemaat -AKP kavgası ve Kürtler

H. Selda Aksoy- 21.12.2013

Daha önce de defalarca belirttik: Fetullah Gülen Cemaati, ABD ve Batı emperyalizminin Ortadoğu'da devreye soktuğu bir projedir. Bu projeyi Filistin Kurtuluş Ordusu'nun (FKÖ) yerine devreye sokulan İslamcı Hamas'dan, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Afganistan'da diledikleri gibi kullandıkları ve ikiz kuleleri vurduğu gerekçesini malzeme yaparak Irak ve Afganistan'a savaş açtıkları Al Qaide teröristlerinden, Mısır'daki devrimci halk kalkışmasını bastırmak ve bertaraf etmek için asker zoruyla iktidara taşıdıkları Mursi yönetiminden bir farkı yoktur. Bu yapılanmaların örgütlenme tarzlarında bazı nüans farklılıkları olsa da kuruluş gerekçeleri aynıdır: ABD ve Batı emperyalizminin çıkarlarını korumak, kollamak ve örgütlendikleri ülkelerde iktidarı ele geçirip,İslamik bir nosyonla toplumu uyuşturup, ilerici- devrimci kalkışmaların önünü kesmek.

Hizmet hareketi adı altında örgütlenen Gülen cemaati kelimenin tam anlamıyla Kürt düşmanı ve emperyalizm yanlısı bir harekettir. Hareketin kuruluşundan bu yana bir kez olsun emperyalizm aleyhine tek laf ettiği, İsrail'i eleştirdiği görülmemiştir. Örgütlenme modelleri de tıpa tıp İsrail yanlısıYahudilerin dünya üzerindeki örgütlenme modellerinden aşırmadır. Mason tipi bir yapılanma da denebilir buna. Bir zincir hareketini andıran bu yapıya katılan birinin birden bire makam, para ve mevki sahibi olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Geniş kitleleri hareketin içinde tutma yöntemleri, harekete dahil olan birinin bir daha kolay kolay peşinin bırakılmaması, takip edilmesi, kendisine sunulan imkanlar ve fırsatlarla elde tutulmaya çalışılmasıdır. Hareket içindeki her bireyin bir üstü ve sorumlusu vardır. Her birey hem o üstlerine ve hem de harekete karşı sorumludur. Maddi ve manevi sorumluluğunu yerine getirenler iş, dükkan, ihale, makam ve mevkiyle ödüllendirilirler. Bu kaidelere uymayanlar ise hareketten kolay kolay atılmaz ama sürekli takip ve taciz edilerek harekete uygun davranmalarına çalışılır.

AKP'yi bizzat iktidara taşıyan Gülen cemaati ile hükumet arasında uzun süredir devam eden gerginlik, nihayet yolsuzluk operasyonu ile ayyuka çıktı. Kılıçlar çekildi. R. Tayyip Erdoğan'ın kendini iktidar sarhoşluğuna fazlasıyla kaptırıp, tek sultan ilan etmesinden ve ABD'nin dış politikasının dışına çıkmasından rahatsız olan cemaat elinde bulundurduğu polis ve yargı gücücnü devreye sokarak; AKP'yi köşeye sıkıştırdı. Herşeyin yeniden eskisi gibi devam etmeyeceği çok açık. Erdoğan'ın suyu ısındı ve gidici. O'nun yerine cemaatin kimi veliaht olarak seçeceği son ABD-Cemaat görüşmesinden sonra oklar Kılıçdaroğlu'nu işaret etse de şimdilik muamma.

Ergenekon'u alt ettik diye iktidara gelen AKP'nin yeşil ergenekona dokunamaması iktidar karşılığında verdiği tavizdir. Şimdi işler tersine döndü lakin çok geç. Emniyet müdürlerini öldürerek, savcıların yetkilerini bakanlık iznine bağlayıp, kısıtlayarak bu kendi elleriyle yarattıkları canavardan kurtulmaları mümkün değil. Erdoğan gidici, AKP gidici.

Gel gelelim bizim cepheye. Ezilenlerin, ötelenenlerin cephesine yani başta Kürtlere. Reyhanlı saldırısında 'hükumetin yanındayız...' diye tarihi ve ilkesel bir hata yapan Kürt hareketi, Gezi eylemlerinde de aynı yanılgıya kapılmış ve 'aman barış sürecine zeval gelmesin' içgüdüsüyle hareket edip yanlış ata oynamıştı. Bugün ortalık toz-duman ve halkın tepkisi ayyuka çıkmışken yapacak işleri yokmuş gibi TC'nin meclisinde mizansen açlık grevleri örgütleyen sayın vekillerimiz yolsuzluk operasyonunun üzerinden beş gün geçmesine rağmen henüz halkı sokağa dökecek anlamlı bir açıklama yapmış değiller.

Ne AKP iktidarının ve ne de Kürtlere cihad ilan eden Fetullah Gülen cemaatinin Kürtlere barış getiremeyeceğini görmeleri için ne Kürtlerin kalbine çizilen sınır duvarlarının, ne yeni 137 kalekol ve karakolun, ne Gever'de mezarları parçalayanları protesto etmek için sokağa çıkan halka ateş edip amca-yeğen Kürt emekçilerini katledenleri, ne onların cenazesinde başından vurularak öldürülen gencecik Kürt evlatlarının, Ne Kürtçe üzerinde hala devam eden yasakların bir anlamı ve manası yok demek ki. Sömürgecisinin meclisinde oturup, mizansen açlık grevleri yaparak bu barbar ve ırkçı Türk-İslamcı emperyalizmin maşası ve kuklası Akp ve Cemaatle barışacağını sananlar yanılıyorlar. Newroz'da Fetullah Gülen hoca efendiye selam gönderenler ve onlardan şefaat dileyenler bilsinler ki kurtuluş; Ali İsmail Korkmaz'larla, Abdocan ve Ahmet Atakan'larla, Medeni Yıldırım, Memet ve Fadime Ayvalıtaş'larla, Hasan Ferit ve Ethem Sarısülük'lerle yanyana durarak olacaktır. Eğer Kürtler barışacaksa Türkiye'nin emekçileri, ezilenleri, sömürülenleri ile beraber Kürdistan'ı sömüren tekçi ve ırkçı sisteme ortak bir tekme atıp, o ceberrut devleti yıkarak yerine hakça bölüşülen, herkesin eşit olduğu, kimsenin kimseyi sömürmediği insanca bir sistem kurarak yapacaklardır. Kürtlerin bugün 'olmayan barış süreci bozulmasın' diye susma ve pragmatist davranma hakları yoktur. Gün sokağa çıkma ve cemaat-Akp kavgasında emekten yana, ezilenden yana taraf olup, birbirinin ikiz kardeşleri olan bu takkiyeci İslamcı emperyalizm uşağı bezirganlara karşı halkın halkı mücadelesini örgütleme günüdür. Neresinden tutarsanız orasından dökülen ve elinizde kalan bu emek ve halk düşmanı tekçi zihniyeti yıkmak için yakalanan tarihi fırsatlar kaçırıldığında evlatlarını özgür ve bağımsız bir Kürdistan için toprağa veren Kürt analarının-babalarının- kardeşlerinin iki elleri de iki yakanızda olacaktır, haberiniz ola.

Monday 25 November 2013

AMED-ROJAVA VE SEÇİMLER

AMED-ROJAVA VE SEÇİMLER
25/11/2013
H.Selda AKSOY

Yazıya başlamadan önce belirtemek isterim ki bu yazıyı hiç yazmamış olmayı dilerdim. Ne yazık ki Kürtlerin makus tarihi zaferlerimizi, bu zaferler uğruna canlarını feda eden kahramanlıklarımızı, neşe ve sevinçlerimizi, aşklarımızı ve sevdalarımızı yazmayı değil de sürekli aldatılmışlıklarımızı, iç ihanetlerimizi, saflıklarımızı, uğradığımız kıyımları ve zulümleri yazmayı gerektiriyor.

Rojava'da Kürt halkı kendi kaderini tayin etmeye çalışırken, Kuzey Kürdistan'daki sözde “barış süreci” adeta Kuzey Kürtlerini felce uğratmış, Rojava'nın mücadelesine yabancılaştırmış ve Kürtleri birbirinden koparmayı başarmıştır. Birkaç cılız ses, bir iki legal miting dışında ne Türk kafatascı sistemin çetelerle Rojava'ya saldırmasına karşı gereken tepkiler gösterilebilmiş, ne de demokrasi paketi denen garabete gerekli tepkiler yükseltilebilmiştir.

Türk Başbakanı RT Erdoğan, mükemmel bir hamleyle Güney Kürdistan Devlet Başkanı Mesud Barzani'yi Amed'e çağırdığını son birkaç günde deklare ederek Kürtleri şaşkına çeviren bir show gerçekleştirmiştir. Her Kürdün televizyon ekranlarından izlerken içinin kan ağladığı bu showda Barzani yanına ünlü şarkıcı Şiwan Perwer'i de alarak katılmış, Türk ve AKP bayraklarıyla süslenmiş meydan ve salonlarda ihanetin mesajları verilmiştir.

'Barış Süreci'ne desteklerini sunmak üzere geldiklerini dile getiren Barzani'nin asıl ziyaret sebebinin; Güney Kürdistan petrollerini Türk hükumetiyle beraber Batı'ya götürme planları ve anlaşmaları yaptığını herkes biliyor. Ama asıl önemlisi Rojava'da gerçekleşen halk devrimine karşı Barzani ve Erdoğan'ın aynı kaygıları taşıyor olmalarıdır. Barzani'ye bağlı El Parti'nin Rojava'da bir varlık gösterememiş olmasından ve Rojava'nın kendi geçici yönetimini oluşturmasından kaynaklı rahatsızlığını gizleyemeyen Barzani, tıpkı RTE gibi böyle bir oluşuma izin vermeyeceklerini Amed'de ifade etmiştir.

Türkiye tarihinin gelmiş-geçmiş en cambaz başbakanı olan RTE Amed'de Kürtleri Kürt eliyle vurmayı başarmışken, Kuzey Kürdistan'daki Kürt hareketinin durumu ise tam bir içler acısıydı. BDP adeta ikiye bölünmüş, bir kısım BDP kurmayı Barzani ve Erdoğan'ı kırmızı halılarla karşılarken ve el ele tutuşup, ihanetin resmini çizerken, diğer taraftan Amed BDP yöneticileri ise protesto kararı almaktaydılar.

Bu showlardan sonra BDP kendi yerel seçim aday adaylarını açıklamaya başladı. Şu ana kadar belli olanlara bakıldığında karşımıza ilginç bir tablo çıkmakta. BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak Amed Büyükşehir Belediye Başkan aday adayı, Batman Milletvekili Ayla Akad Ata Hakkari Belediye Başkan aday adayı, Ahmet Türk de muhtemelen Mardin Belediye Başkan aday adayı ve sanırım BDP millletvekilleri sırasıyla belediyelere kaydırılarak, demokratik özerklik projesini yerelden başlatacak olanlar olarak seçim süreci düzayn ediliyor.

HDK kongresini yapıp, HDP olduktan sonra BDP'nin yaptığı açıklamaya göre BDP Kuzey Kürdistan'da seçimlere kendi kimliğiye girecek, HDP ile ise Türkiye'nin illerinde seçimlere girilecekti.

Son düzenlemeyle milletvekillerini yerellere kaydıran tabloya bakıldığında BDP'nin genel seçimler diye bir kaygısının ortadan kalktığı sonucu çıkarılabilir. RTE'nin hamlelerine karşı politika üretemeyen, ancak onların belirlediği gündemin peşinden sürüklenirken perişan olan Kürt Hareketinin ne Kuzey ve Rojava Kürtlerini bölen duvara karşı, ne Rojava'daki kazanımların yok edilmesine karşı ne de ucube 'Demokrasi Paketi'ne karşı söyleyecek fazlaca bir sözü olmadığı açık. Bir-iki cılız miting ve ses dışında sözde 'barıs süreci'ne kilitlenen Kürt Hareketinin her sıkıştığında tek kurtarıcı olarak gördüğü İmralı'ya koşması, kendi başına bir siyaset üretmesine zaten engel. Nusaybin'de Kürtleri bölen utanç duvarına rağmen İmralı'nın 'barış sürecinden hala umutluyum...' açıklaması var olan tepkilerin de sönmesine ve eyleme dökülememesine neden olmuştur.

Kürtler kendi belediyelerine yerelden aday çıkarma yeteneğinden yoksunmuş gibi, Kürtlerin meclisteki temsilcilerinden başka insanı yokmuş gibi merkezden aday atama usulüyle adaylıkların dayatılması apayrı bir çelişki ve yoksunluk. Bu işi de seçimle hallederek demokrasicilik oynayan Kürt siyasetçilerinin Türk meclisinden en iyi öğrendikleri şeyin herhalde kendi halkını kandırmak olduğunu biraz siyaset okuyan insanın görmesi gerekir. Belli ki, BDP genel seçimlerde alanı RTE'ye bırakmayı şimdiden kabullenmiş görünüyor, ne de olsa 'din kardeşiyiz...'

Kürtler Rojava'da kazanım sağlarken, oradaki diğer halklarla ortak yönetim belirlerken buna destek olmayan, Türkiye destekli çetelerin Kuzey Kürdistan'dan hergün elini-kolunu sallayarak Rojava'ya giderek kardeşlerimizi katletmelerine sessiz kalınarak, halkı sınırlara yığma ve çeteleri destekleyip- besleyip- eğiten Türk devletine hesap sormak şöyle dursun, hala barış süreci diye Kürtlerin birbirlerine karşı kullanılmalarına ve bölünmelerine sessiz kalarak, destek vererek, siyaset yaptığını zanneden Kürt hareketinin seçim planları yapması seçimleri kazansa dahi Kürtlere gelecekte bir yarar sağlamayacaktır. Kaldı ki son Amed showundan sonra İslamcı Kürtlerin büyük kısmından da destek alacağı belli olan RTE'nin sığındığı alan yine İmralı'nın ortaya attığı İslam kardeşliği üzerine olmuştur.

Dünya RTE ve Türk devletini çetelere destek verdiği için uluslar arası savaş suçları mahkemesi'nde yargılamayı düşünürken, Kürtlerin siyasetsizlikleri ve yanlış siyasetleri gereği RTE'yi Güney Kürdistan Devletiyle iyi ilişkiler geliştiren başbakan konumuna yükseltip, Uluslar arası arenada yerle yeksan olan itibarını kurtarmaya çalışmalaraı ayrı bir ihanet olarak tarihe yazılacaktır.

Yıllar yılı söylediği stranlarla binlerce gencin dağın yolunu tutmasına ve onların özgür Kürdistan uğruna canlarını feda etmelerine neden olan Siwan Perwer'e ise söylenecek tek şey vardır: Osmanlı'da ayak oyunu bitmez, kendini satan senden önceki Kürtlerin kaderi neyse seninki de o olacaktır. Büyük umutlarla koşa koşa giden Kemal Burkay'ın sonu ne ise, senin de sonun odur. Seni de tuvlet kağıdı gibi kullanıp, atmasını bilir Osmanlı'nın torunları hiç merak etme, yakında hepimiz ne yazık ki buna da şahit olacağız...


Friday 20 September 2013

'ROJAVA'YA SALDIRMAYI SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ'

'ROJAVA'YA SALDIRMAYI SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ'
KARDEŞLERİMİZ KATLEDİLİYOR (D)UYUYOR MUSUNUZ?
21.09.2013
H.Selda Aksoy

Rojava devrimiyle birlikte 'Suriye bizim iç meselemizdir' türü açıklamalarda bulunarak, Güney-Batı Kürdistan'da özerk veya bağımsız bir Kürt bölgesinin kabul edilemeyeceğini ilan eden Türk başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Amerika'yı Suriye'ye saldırıya davet etmesi ve Suriye'de kullanılan kimyasal silahlarla ilgili daha BM'nin raporu açıklanmadan 'kimyasal silahları Suriye yönetimi kullandı' türü açıklamaları uluslararası camiada karşılığını bulmadı. Suriye krizi ile ilgili Rusya'nın araya girmesi sonucu, Suriye'nin elinde bulunan kimyasal silahların bir takvim dahilinde imha edilmesi konusunda ortak bir fikir birliğine varılınca Kürt düşmanı tekçi Türk devletinin kullanacak daha fazla argümanı kalmadı. Bu kez de işi kendi ele alıp “Rojava'ya saldırmayı sizden öğrenecek değiliz' dercesine Rojava'ya bizzat saldırdı.

Türk ordusu (TSK) iki gün önce Rojava'ya saldırarak 3 YPG gerillasının ölümüne neden oldu. Girê Spî’ye (Til Ebyad) bağlı Susikê köyü'ne yapılan saldırı sonucu YPG, Türk devletini uyardı ve saldırılara son vermesini istedi.

Uluslar arası diplomasiden tutun da Uluslar arası basına kadar dış ve iç politikada iflası yaşayan Akp hükumeti ve Türk başbakanı Tayyip Erdoğan en son olarak Birleşmiş Milletler (BM) raporlarına göre Suriye ve Rojava'ya saldıran Al-Qaide'ye bağlı El Nusra teröristlerine kimyasal silah temin etmekle suçlanıyor. Ajanslara düşen haberlere göre Türk başbakanı ve Türk devlet yetkililerinin kimyasal silah temini konusunda Uluslar arası savaş suçları mahkemelerinde yargılanması tartışmaları ayyuka çıkmış durumda. Reyhanlı'daki bombalama sonrasında Adana'da El Nusra teröristlerinin kullandığı bir evde iki kilo sarin gazı bulunmasının ardından, Adana'da cumhuriyet savcılığı tarafından hazırlanan iddianameye göre El Nusra ve Ahrar-ı Şam örgütleriyle bağlantılı olduğu ortaya çıkarılan Hytham Qassap adlı kişinin, Türkiye'den beş kişiyle beraber sarin gazı üretiminde kullanılan kimyasalları ve diğer malzemeleri temin edip Suriye'ye sokmaya çalıştıkları da ayrıca belgelendi.

Türkiye'nin El Nusra ve ÖSO çetelerine her türlü silah, barınma, para ve malzeme desteği verdiği herkes tarafından bilinen bir gerçek. Verilen destekler bununla da sınırlı değil elbette. MİT'in yardımıyla çetecilere cihad nikahı yapmak kaydıyla tecavüz için gönderilen genç kızların sayısı ise şu anda bilinmemekte. Aynı sonu yaşayan ve ülkesine hamile olarak dönen Tunus'lu kızlarla ilgili Tunus devlet yetkililerinin yaptığı açıklama 'Suriye'ye cihad nikahı için gönderilen kızlarımız, 20-30 hatta 100 teröristin tecavüzüne maruz kalıp ülkeye hamile olarak dönmektedirler...' şeklindeki açıklama insan kanını dondurmaya yetiyorken; ırkçı ve tecavüzcü Türk devletinden bu konuda da henüz bir açıklama yok.

ABD'nin Suriye'ye fiili saldırısından umudu kesen Erdoğan şürekası Rojava'ya bizzat saldıradursun, barış sürecinden hala umutlu olduğu gözlenen Kürt cephesi; Kuzey Kürdistan'da Kürt kitlesini Rojava sınırına yürüme, AKP politikalarını ve saldırılarını teşhir ve protesto etme ve engelleme konusunda adım atmamakta ısrar ediyor. YPG Genel Komutanı Sipan Hemo'nun bu konuda yaptığı açıklamayı ve Kuzey Kürtlerinden yardım isteyen çığlığı duymamakta ısrar ediyorlar. Hemo açıklamasında: “Açıkçası Kuzey Kurdistan halkının Rojava devrimine pek bir desteği olmadı. Yani kuzeydeki halkımız bunu iyi bilsin. Bazı yardımlar yapıldı, sanki yabancı, savaş mağduru başka bir halka insani yardımda bulunur gibi süt, makarna, çocuk bezi gönderiyorlar. Kuzey halkımızda bir duyarlılık gelişmedi, devrime katılmadı. Rojava'ya yapılan bütün saldırı kararları Kuzey Kurdistan kentlerinde alınıyor. Antep'te, Urfa'da alınıyor. Hatta Efrin'e yapılan saldırı kararı Antep'te bir otelde alındı. Buna rağmen Kuzey halkında tek bir tepki olmadı. Halbuki 100 kişi toplanıp o otelin önüne gidip ' siz ne yapıyorsunuz' diye sorulsaydı bize karşı olan bu saldırılar da bu kadar yoğun, açık ve pervasızca olamazdı. Ama hiç bir tepki gelişmedi. Yine Serikani'deki bütün savaş Urfa'da planlanıyor, her türlü destekle bize yönelik saldırı gerçekleşiyor. Bu çeteci gruplar, Urfa'da açık açık toplanıyorlar, örgütleniyorlar gelip bize saldırıyorlar, yaralanıp tekrar Urfa'ya gidip tedavi ediliyorlar. İnsanlarımızda ise hiçbir hareket yok, sanki hiç savaş yokmuş gibi davranıyorlar. İnsanlarımız bunlara tepki gösterseler bu saldırıyı yapanlar geri çekilir saldırmaz. İnsanlarımızın tepkisiz kalması saldırganları daha da cesaretlendiriyor. Biz buradan yapılan toplantıları görebiliyorsak kuzeydeki halk nasıl görmüyor? İnsanlarımız toplanıp protesto edebilirdi. Türkler de kuzey halkının serhıldanlarından korkup Rojava'ya yapılan saldırılara yataklık yapamaz duruma gelirdi. Çete grupları gelip MİT'in denetiminde Kurdistan'ın üst bölgesinde örgütlenip bir kaç metre ötedeki başka bir Kurdistan parçasına saldırabiliyor. Bu nasıl bir trajedidir? Sahiplenme öyle salça makarna göndermek değil! Oysa kuzey halkı serhıldanlarla onlara dünyayı dar etmeliydi. Bizim salçaya, makarnaya ihtiyacımız yok ki, bizim özgürlüğe ihtiyacımız var. Siz bize manevi destek verin biz salçasız makarnasız da devrim yapabiliriz. Başkan Apo bir kaç kere 'bırakın makarnayı, salçayı kendi öz savunma sisteminizi güçlendirin, bu tür şeylerin peşine düşmeyin, savunmanızı, örgütlenmenizi geliştirin' uyarılarına rağmen maalesef kuzey halkı Rojava devrimini ciddi anlamda sahiplenmedi, anlamadı. Rojava'da gerçekleşen bir devrim eğer Diyarbakır'da yankılanmıyorsa o devrim boştur, öyle bir devrime de gerek yok zaten. Bu anlamda kuzey halkının devrim ruhuyla değil sadece insani bazı yardımları oldu”.

Türk devletinden hala demokrasi paketleri bekleyenler, öldürülen YPG gerillaları, tecavüze uğrayan Kürt kadınları, kafası kesilen, kalbi çıkarılıp yenen Kürt gençleri ve Suriye'de cihadçı teröristler tarafından katledilen ve aynı vahşete maruz kalan masum Suriyeli Alevilerin kanının akıtılmasına ortak olduklarını, tüm bunlara göz yumduklarını unutmasınlar. Ulus devlet istemiyoruz halüsinasyonlarıyla kimse Kürtleri kandırmaya çalışmasın. Kürtler yeryüzünde devletleşememiş en büyük halktır ve ulus devlet olan Türk, Arap ve Farsların katliamından, vahşetinden, asimilasyonundan, işgalinden ve sömürüsünden kurtulmasının tek yolu devletleşmeleridir.

Monday 9 September 2013

Ortadoğu'da Din ve Mezhep Kavgaları- Kürtler ve Aleviler

Ortadoğu'da Din ve Mezhep Kavgaları-
Kürtler ve Aleviler
09.09.2013
H.Selda Aksoy

ABD senatosu Birleşmiş Milletlerin inceleme ve sonuç raporunu açıklamasına dahi gerek duymadan, Suriye'ye savaş kararı çıkarıp, savaş hazırlığı yapıyor. Suriye devlet başkanı Esad halkına karşı kimyasal silah kullandığına dair hiçbir delil olmadığını savunuyor. Bu arada Esad'dan uzun zamandır yapmasını beklediğim açıklama dün gece haberlere yansıdı. Esad, Rojava Kurdistan'ındaki Kürtlerle hiçbir şart öne sürmeden masaya oturacağını ve Kürtlerin gaspedilmiş tüm haklarının iadesinin sağlanacağını meclisindeki Kürt milletvekilleri aracılığıyla deklare etti.

Rusya ise ABD ile görüşerek Suriye meselesini diplomatik yollardan çözmeyi hedefliyor. En son İran ve Suriye'den gelen açıklamalara göre Esad yönetiminin olası bir erken seçimle seçimlere gidebileceğini ve Esad'ın yönetime yeniden aday olmayacağını açıkladı. Görüldüğü kadarıyla Esad ülkesini daha uzun vadeli ve daha karmaşık bir savaşın içine çekmemek için çaba sarfediyor. Tüm bunlar olurken sözde 'barış süreci' adı verilen ve İmralı ile Mit arasında devam eden görüşme ve taahhütlere dair AKP hükumeti ve Türk devletinin barışa dair hiçbir olumlu adım atmamış olmasından ve savaşa yatırım yapan karakol yapımı, yeni korucu alımı ve ABD ve diğer emperyal güçleri Kürdistan toprağını da içine alan bölgede savaşa çağırmasından rahatsız olan KCK yürütme kurulunun, gerillaların Güney Kürdistan'a çekilme işlemini durdurması yerinde ve zamanlama olarak da doğru bir karar. Ateşkes devam etmesine rağmen bu kararın alınması yaşadığımız kritik günlerde hayati bir önem taşıyor.

KCK'nin kararından sonra açıklama yapan RT Erdoğan'ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan 'sürecin tehlikeye atılmaması gerektiğini, Öcalan'ın sözünün boşa çıkarılmaya çalışıldığını, devletin gereken adımları attığını' iddia ederek daha önce de tahmin ettiğimiz gibi işlemeyen bu sürecin faturasını KCK ve Kürtlere çıkararak ve onları Öcalan'la karşı karşıya getirmeye çalışarak kendi kirli emellerini başa götürme yolundalar.

Tüm bunlar yaşanırken Türkiye'nin başkenti Ankara'da yeni protestolar yaşanmaya ve birçok kente yayılmaya başladı. Alevi düşkünü ve Cemvakfı başkanı İzzettin Doğan'ın kısa süre önce basına yansıyan açıklamalarını müteakiben Ankara Tuzluçayır'da temeli atılmak istenen Cami-Cemevi-Aşevi projesine karşı çıkan Aleviler Tuzluçayırda gece boyunca protestolarını sürdürdüler. Adana ve Ankara başta olmak üzere faşist Türk devletinin cemaatçi polis teşkilatı yine halka cop, kimyasal su, gaz ve plastik mermilerle saldırdı. Eylemler bugün de birçok merkezde devam etti.

Peki Cami-Cemevi projesi yeni bir proje midir ve neden bugün gündeme gelmiştir? Hatırlayacağınız kadarıyla bu proje Maraş'da Alevi kıyımı yapan faşistlere “bana ülkücüler, milliyetçiler suç işledi, cinayet işledi dedirtemezsiniz...” diyen Alevi ve emek düşmanı Süleyman Demirel zamanında temelleri atılmış bir projedir. 12 Eylül faşist cuntasıyla din derslerini zorunlu hale getiren Türk -İslamcı zihniyet, Tansu Çiller döneminde Çiller'in İran cumhurbaşkanı Rafsancani ile yaptığı görüşmede Rafsancani'nin “ya bu Alevileri siz Sünnileştirin, ya da bırakın biz Şiileştirelim” talebinden sonra Çillerin kurmaylarına tutturduğu Alevi Raporları, Milli Eğitim Bakanlığı'na hazırlattığı Alevi raporu hepimizin malumu.

Alevilerin, Hınzır olarak adlandırdığı ve Pir Sultan'ın müridiyken gidip Osmanlı'ya paşa olan
Hızır Paşa'nın Sivas'a döndükten sonra Pir Sultan'ı astırmasının üzerinden 500 yıl geçmesine rağmen Aleviler bu olayı ve bu ihaneti unutmamışlardır. Dönemin Hınzır paşası İzzettin Doğan'ın Demirelin talebi ve Türk devletinin Alevileri devşirme çabalarına destek vermek için Fetullah Gülen'le anlaşarak Cem vakfını kurması ve Cami-Cemevi projesiyle Aleviliği ortadan kaldırmaya kalkışması Alevilerin tarihten tanıdıkları bir ihanet figüründen başka bir şey değildir. Hınzır İzzettin Doğan'ın Fetullah Gülen'le kolkola gerçekleştirmek istediği bu proje Demirel döneminden bu yana yürürlükteyken neden dün Tuzluçayır'da temel atma işlemiyle patlak verdi dersiniz?

Yaşananları elbette Ortadoğu ve Kürdistan'ın kaderinden bağımsız ele almak sadece abesle iştigal olur. Kapitalizm yüzyıllık bir ekonomik ve siyasi kriz içerisindedir. Tarihin sonu diyen Fukuyama'lar çoktan tarihin çöplüğündeki yerlerini almışken, kapitalizm doğası gereği yeniden tıkanmış ve kalmıştır. 2000'lerin başında yaşanan ekonomik tıkanmayı Irak'a ve Afganistan'a saldırarak ve onların petrol, doğal gaz, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koyarak aşmaya çalışan batı emperyalizmi bununla tıkanıklığına sadece geçici çözümler üretebilmiş ve bu çözümlerin milyonlarca masum çocuk, kadın ve erkeğin hayatına mal olmasına rağmen bunda zerre kadar tedirginlik duymamıştı. ABD emperyalizmi en son Libya'da 'Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) gereği olarak Kaddafi hükumetini devirmiş, Arap Baharı adı verilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının demokratikleşme ve dönüşüm taleplerine Mısır'da önce orduyu devreye sokarak ve daha sonra da Müslüman Kardeşler'den Mursi'yi düzmece seçimlerle hükumete taşıyarak eylemlerin yönünü istediği doğrultuda çarpıtma ve kendi çıkarları için kullanma yoluna gitmiştir.

Mısır'da oyun yine Mısırlılar tarafından bozulmuş ve gerici ve yobaz olan Mursi halkın desteğini almak şöyle dursun, büyük eylemlerle al-aşağı edilince ordu yine olaya el koyup darbe yapmayı seçmiştir. Tunus ise hala ayaktadır. Bu saydığımız ülkelerin tümünde Afganistan ve Irak'da uygulanan plan işletilmeye çalışılmaktadır. O da; din ve mezhep kavgalarına dayalı bölünme ve çatışmalarla halkları karşı karşıya getirip, arada kendi planlarını uygulayabilme ve Ortadoğu'nun tüm zenginliklerini kendi krizlerini aşmak için kullanabilme çabalarıdır.

İşte tam da bu nedenle Cami-Cemevi-Aşevi projesi bugün Tuzluçayır başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan'da devreye sokulmaya çalışılmaktadır. Rojava ve Suriye'de El Nusra teröristlerince Alevilere ve Kürtler dönük yapılan katliamlar tüm dünya tarafından izlenmekteyken, AKP hükumetinin silah, para ve eğitimler vererek bu kiralık katilleri beslediği, Antep ,Urfa ve Antalya''da onlara üsler sağladığı, otellerde barındırdığı bilinmektedir.

ABD ve müttefikleri Suriye'de bir kara savaşına girer mi, girerse sonuçları neler olur bunlara gelmeden önce, Alevilere dönük planlanan senaryoyu hepimizin görmesi gerekmektedir. Dünyanın en mazlum halkı olan Alevilerin bu güne kadar inançlarından dolayı birtek insanın kanını akıtmadıkları bilinmektedir. Buna rağmen Alevilere dönük katliamlar binyıllardır devam etmekte. En son Sivas ve Gazi mahallesi katliamları yine Türk-İslamcı zihniyet tarafından örtbas edilmiş, katiller ödüllendirilmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Aleviler inançlarından dolayı kimseye el kaldırmamış ve asla cana kıymamışlardır ama Alevilerin tarihten gelen bir direniş ve mazlumdan yana olma felsefeleri ve gelenekleri de mevcuttur. Hallac-ı Mansur'dan Nesimi'ye, Babai İsyanları'ndan, Pir Sultan'a ve Şeyh Bedrettin'den, Pir Seyit Rıza'lara kadar bu gelenek devam etmiştir.

Alevilerde sol yanağına vurulduğunda sağ yanağını döndermek gibi bir inanç bulunmamaktadır. Aleviliği 1925'de çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile asimile etmeye çalışan ve yasaklayan Türk devletinin Türk-İslamcı zihniyeti şunu iyi bilmelidir ki; dünyanın ilk halk devrimi kalkışması olan Şeyh Bedrettin ayaklanması bugün hala dünya halklarına öncülük eden kapsayıcı ve devrimci bir ayaklanmadır. Yaşadıkları süre zarfında camiye girmeyi reddeden ve İslamiyetin ilanından bu yana da bu nedenle katledilen Aleviler bundan sonra da inanmadıkları bir dinin camisine girmeyecekler ve buna sonuna kadar direneceklerdir. Kürdistan'da ve Ortadoğu'nun tamamında hayata geçirilmeye çalışılan din ve mezhep kavgalarına Alevilerin su taşımasını bekleyenler yanılıyorlar. El Nusra teröristleri tarafından hunharca katledilen Alevi Dedesi'nin bu konudaki uyarısı yerinde ve doğru bir uyarıdır. Alevilerin asimile edilmesine karşı çıkması gereken kesimler başta Alevilerden çok, tüm devrimciler, Türk-İslam sentezinden rahatsız olan Müslümanlar, Gayri Müslümler, Ateistler ve diğer ezilen kesimler ve halklar olmalıdır. ABD ve batı emperyalizminin kendi tıkanıklığını aşmak için devreye sokmaya çalıştığı Alevi kıyımına asla izin verilmemelidir. İzin verilmemelidir çünkü Aleviler Mezopotamya ve Anadolu'nun yüzakı, aydınlık yüzü ve geleceğidir.

Bugün siyasal İslamı yedeğine alan ABD emperyalizminin Suriye'ye ve dolayısıyla Rojava'ya saldırması karşısında Kürt özgürlük hareketinin topyekün cevap vermesi kaçınılmaz olacaktır. Bir kara harekatına cesaret edemese bile Kürtleri bir kaşık suda boğmaya çalışan Türk ordusunun Rojava'ya saldırması ve ABD emperyalizmi adına orada Kürtlerle savaşması söz konusu olabilir. Bu durumda KCK- PYD-KDP- PAJK yani dört parçadaki Kürtler, ulusal Kürt ordusunun yaratılması konusunda anlaşmalı ve bunu ilan etmelidirler. Kürtler ve Ortadoğu halklarının geleceği Alevilerle ortaktır ve bu ortaklık daha eşit, daha özgür ve daha uygar birdünya ve bölge için birlikte örülmelidir. Ortadoğu'da yaşanan ve yeniden yaratılmak istenen din ve mezhep çatışmalarına taraf edilmek istenen Alevilere sahip çıkılmalıdır. Bu nedenle Kürt hareketinin bin yıllık İslam kardeşliği söyleminden bir an önce vazgeçip, yönünü ezilen mazlum Alevi halka çevirmesi gerekmektedir. Alevileri devşirmeye çalışan Fetullah Gülen'in daha birkaç gün önce basına yansıyan 'PKK ve PYD'lilerin evlerine silah -uyuşturucu koyun tutuklayın' düşmanlıkları asla unutulmamalıdır.

Thursday 22 August 2013

ÇÖZÜLEN KÜRT SORUNU MU? KÜRT HAREKETİ Mİ?

ÇÖZÜLEN KÜRT SORUNU MU? KÜRT HAREKETİ Mİ?
H.Selda Aksoy
21.8.2013

Geçtiğimiz sene 12 Eylül'de PKK ve PAJK'lı tüm Kürt siyasi tusakların başlattığı ve 68 gün boyunca sürdürdüğü süresiz açlık grevinin yankıları tüm dünyada duyuluyor ve tartışılıyordu. Grevin etkisiyle gerek ülkedeki ve gerekse de diasporadaki Kürtler, her zamankinden daha hızlı ve daha aktif bir biçimde sosyal medyayı kullanmaya başlamış, lobicilik ve diplomasi faaliyetine girmiş ve dünya insan hakları örgütlerini, değişik ülkelerin parlamentolarını, dünyaca ünlü aydın, sanatçı, bilim insanı ve siyasetçileri, daha da önemlisi dünya ezilen halklarının önemli bir bölümünü, Kürt meselesi konusunda Kürtlerden yana tutum almaya ve KCK tutsaklarıyla dayanışarak, sömürgeci-tekçi Türk devletini kınamaya ve soruna çözüm üretmeye zorlamışlardı.

Dünya'da belki de ilk kez sömürgeci Türk devletini Kürdistan ve Kürt sorunu konusunda bu kadar sıkıntıya sokan, halkların desteğini en yüksek düzeyde alan başka herhangi bir olayın olduğunu da hatırlamıyorum ki buna; Roboski katliamı da dahil, Paris'de Sakine, Fidan ve Leyla arkadaşların katledilmesi de. PKK’li ve PAJK’lı tüm tutsaklar, “Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları bir an önce yaratılmalı ve tecride son verilmelidir. Kürt halkının anadili üzerindeki inkâr, imha ve asimilasyon politikasına son verilmelidir. Anadilde eğitim ve mahkemelerde savunma yapmanın önündeki her türlü yasak ve engel kaldırılmalıdır” şeklinde duyurdukları talepleri gerçekleşene dek süresiz dönüşümsüz açlık grevine devam edeceklerini ve görüşlere çıkmayacaklarını duyurdular.

Grevin ana taleplerinden biri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tecrit koşullarının kaldırılması, sağlığı ve güvenliği iken grevin 68. gününde avukatlarıyla dahi görüştürülmeyen, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tek talimatıyla grev anında sonlandırılmış oldu. Hiçbir kazanım elde edilemeden grev bitirildi ve sakat kalan, sağlığı bozulan tutsakların ne için sakat kaldıklarının da cevabı aranmazken tek kazanımın PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Kuzey Kürdistan'daki Kürt halkının temsilcisi olduğunun Türk devletine deklare ve kabul edilmesi tek kazanım olarak sunuldu ve bununla yetinildi.

Arkasından 9 Ocak'da Paris'de PKK'nin kurucularından ve Kürt Kadın Hareketinin mimarlarından ve öncülerinden olan Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'e dönük siyasi cinayet de Kürt halkının, Kürt ve Kürdistan sorununun dünya kamuoyunun gündemine yeniden sokulmasına vesile olmuş, Kürtler akın akın Paris sokaklarını işgal etmiş ve cinayetin hesabını hem Fransa devletine ve hem de Türk sömürge devletlerine sorulmuştu. Daha Sakine'lerin cenazesi yerdeyken Kürt hareketi 'bakın biz barıştan yanayız, hiçbir provakasyon ve olay olmadan cenazelerimizi kaldırıyoruz' mesajları vererek Sakine ve arkadaşları son yolculuklarına uğurlamaya gelen milyonların tepkileri ve öfkeleri bir nevi bastırılmış ve sonraki 7 ay içerisinde de cılız sesler dışında bu cinayeti sorgulayan, üstüne giden ve hesap soran neredeyse kalmamıştır. Olay böylece sauşturulmuş ve cinayetle birlikte komutan Sakine, diplomat Fidan ve gençlik temsilcisi Leyla da unutulmaya terk edilmiştir.

2011 Aralık'ının son gününde 34 Kürt gencini Roboski'de savaş uçaklarıyla bombalayan Türk devletine karşı tepkiler en had safhaya çıkmış durumdayken 'barış süreci' adı verilen ve 5 aydır devam ettiği iddia edilen süreçle beraber, olay yine birdenbire sanki önemini kaybetmiş ve bu cinayetler de tıpkı Paris katliamı gibi unutulmaya terkedilmiştir. Roboski'li aileler en son BDP'nin aracı olmasıyla R.T. Erdoğan ile iftar sofralarına oturmaya mecbur bırakılmış ve bunun neticesinde Erdoğan herzamanki demagojilerini sıralayarak, bırakın sorumluluk almayı ve sorumluları cezalandırmayı, olay Papua Yeni Gine'de veya Mars'da olmuş gibi dışardan sorumlu arama çabalarına girişmişti. Roboskili aileler ise hala cezalar almaya, evlatlarını yitirenler gözaltına alınmaya, para cezalarına maruz kalmaya devam etmekte.

Newroz 2011'de başlayan sivil cuma namazları ırkçı ve tekçi Türk devletini her açıdan zorlayan bir eylem biçimiydi. Öyle ki Kürtler devletin camiilerine girmeyerek ve Diyanet'in imamlarının arkasında saf tutmayarak devletin İslam'ın Sünni mezhebini devlet dini haline getirmesine ve resmi olarak bu dini hergün devlet eliyle yeniden üretmesine ve Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak dinin devlet eliyle üretilmesinin sadece ve sadece Türkleştirmeye yaradığına olan tepkilerini en iyi biçimde ortaya koydular. Bu namazlarda Ezidi, Alevi ve diğer inançtan Kürdistanlılar da Müslüman Kürtlere destek vererek, sokata saf tutarak tekçi anlayışa karşı itaatsizliklerini, tepkilerini ortaya koydu ve haklı ve anlamlı olan bu eylemi büyüterek tam iki yıl boyunca sürdürdüler. Türk-İslam sentezci ırkçı ve ayrımcı Türk devletini siyasi tutsakların açlık grevilerinden sonra en fazla zorlayan eylemlerden biri de bu sivil cuma eylemleri oldu. Bu eylem de 2013 Newroz'unda açıklanan sözde 'barış süreci'ne kurban edilerek Kürt hareketinin iradesi ve istemiyle ortadan kaldırıldı.

HDK'nin kurulması Kürdistan açısından bir fark içermese de, Türkiye'nin batısında yaşayan Kürtler ve diğer devrimci, sol, sosyalist, muhalif, ötekileştirilen ve yok sayılan tüm kesimler açısından önemli ve hayati bir önemde idi. HDK tabiri caizse taktiksel bir yan yana geliş değil, Kürt hareketini emek hareketiyle, diğer ezilen hareket ve gruplarla, sisteme muhalif ve yok sayılan inanç, cinsiyet, etnisite ve kimliklerin hepsini kucaklamayı hedefleyen önemli ve büyük bir projenin adıydı. Burada başta kadınlar olmak üzere siyasal İslamcı ve emperyalizmin uşaklığını yapan, piyasacı AKP hükumetine ve kurulu Türk devlet düzenine karşı farklılıklara eşit mesafede yaklaşan, ezilene pozitif ayrımcı davranma ilkesine sahip, farklılıkların bir arada eşit ve özgür yaşayabileceğini savunan ve bunu pratikte hayata geçiren-geçirmek isteyenlerin projesinin adıydı.
Bu proje de Gezi olaylarında BDP'nin 'hükumeti yıpratmak isteyenler'le bir araya gelmemesi ve eyleme ehven-i şer destek sunması sonucu tüm inandırıcılığını geniş halk kesimleri nezdinde yitirmiş, güdük, zayıf ve ana projeden hayli uzak noktaya düşerek sakat bir doğumla ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şu an HDP diye adlandırılan yapının Kürt hareketinin güdümünde ve emek hareketiyle bağı kopmuş, sol-sosyalist yapıyı da temsil etmeyen bir konuma itilmiş durumdadır değerlendirmesini yapmak sanırız gerçeklere aykırı bir değerlendirme olmaz. Yani kısacası ilkesel ve hayati bir ihtiyaç olan bu proje, yerini taktiksel bir seçim ittifakı partisine dönüştürerek yol almaya çalışmaktadır.

Temmuz 2011'de Kuzey Kürdistan'da başlatılan ve o dönemler 'halk devrimi' diye adlandırılan gerilla atılımı karşısında da yüne sömürgeci Türk devleti bir hayli zorlanmış ve Kürt Özgürlük tarihinde hiç görülmemiş düzeyde bir halk desteğinin yaratılmasına vesile olmuştu. Bu hamle de sözde 'barış süreci' sonunda bitirilmiş ve gerillalar yerlerini terk ederek sınırların dışına çekilmişlerdir.

Peki tüm bunlar ne karşılığında feda edilmiştir? Bu sorunun cevabı hepinizin malumu adına 'barış süreci' denen ama kitlelerin anlamakta ve anlamlandırmakta zorlandığı, Kürt tarafının kendi kendine oynadığı ama devlet tarafının pek yanaşmadığı, sonuçları Kürtler başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan halklarına yansımayan veya herhangi bir olumlu sonucu da henüz bulunmayan, Kürtlerin derdine deva olamamış, olması da bu biçimde beklenemeyen bir MİT-Öcalan görüşmelerine heba edilmiştir.

Kürt sorununun çözümü konusunda gelinen aşamada devletin herhangi bir iyi niyetinden veya olumlu adımından bahsetmek olası bile değil. Kürt tarafının adına çözüm süreci dediği şey Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının statüye kavuşup özgürleşmesine zerre kadar katkı sunmuyor olmakla beraber, gerillalarının büyük kısmını sınır dışına çektiğini belirten Kürt Hareketi çözüm sürecinde Türk devletinin tavrına rağmen ısrarlı olacağını her fırsatta yeniliyor. BDP Eşgenel başkanı Gültan Kışanak, 'AKP bu süreçten çekilse de biz süreci devam ettireceğiz' şeklinde açıklama yaparken, KCK yürütme kurulu üyelerinden Mustafa Karasu tamamen farklı şeyler söylüyor.
Türk başbakanı R.T.Erdoğan'ın en son Kürtçe üzerindeki yasakların kalkmayacağını, ana dilde eğitimin olamayacağını, bunun devleti bölmek anlamına geldiğini, resmi dilin Türkçe olduğunu, KCK tutsaklarının salıverilmesinin mümkün olmadığını, seçim barajının düşürülmeyeceğini, Kürtlerin Rojava'da bir statüye kavuşmasının 'Türkiye'nın sınırlarında olacak herşey bizi ilgilendirir böyle bir şeyi kabul edemeyiz' şeklindeki açıklamalarını ve bu nedenle El Nusra çetelerini silahlandırıp Kürtlerin üzerine saldığını hepimiz yakından takip ediyoruz.

Tüm bunları elbette Kürt hareketinin siyasi aktörleri de yakından takip edip ona göre kendi durumlarını yeniden tartışıyor ve kamuoyuna açıklamalarda bulunuyorlar. En son Murat Karayılan ve Cemil Bayık'tan sonra Mustafa Karasu'nun da bu konuda açıklamalarda bulunması önemli. Karasu, açıklamasında devletin tavrını eleştirip Kürt hareketinin atması gereken adımları attığını ama buna mukabil devletin iki yüzlü ve çıkarcı davrandığını ve kendilerinin daha fazlasını yapmaları halinde her aklı başında bireyin, “devlet ne yaptı ki siz bu adımları atıyorsunuz?” Diye sorması gerektiğini söylüyor.

Biz de kendimizi her aklı başında birey gibi farzedip daha önce defalarca sorduğumuz soruyu soralım o halde: Sayın Karasu sahi devlet ne yaptı ki gerillaları sınırın dışına çektiniz? Bir iyi niyet ve samimiyet göstergesi olarak belki İmralı'da Öcalan'la MİT'in görüşmeleri bir barış sürecine, bir müzakere sürecine evrilebilir diye adım attınız tamam ama bu süreç denen olgu neden hala sadece İmralı ile Mit arasında cereyan ediyor da barış ve müzakere sürecine dönüşmüyor. Bunun tarafları neden hala belirlenmiyor? En azından Kürt tarafı neden kendi temsilcilerinin belirlemekten aciz davranıyor? Neden, 14 yıldır içerde tutsak olan PKK lideri sayın Öcalan'a tek kurtarıcı ve mesih gibi yaklaşılıp, herşey O'na havale edilip, işin kolaycılığına kaçılıyor? PKK hareket olarak, bir taraf olmayı neden istemiyor? BDP Kuzey Kürdistan'da meşru-legal mücadele eden bir Kürt siyasi partisi olarak neden Kürt tarafının masadaki bir temsilcisi olmaya katılmayı dilemiyor? Sivil toplum örgütleri, İnsan Hakları örgütleri, sendikalar ve Kürt sorununun eşitlik ve özgürlük temelinde çözümünden yana olan ve bu konuda Kürtlere destek veren Türkiyeli diğer tüm sol-sosyalist-muhalif çevreler neden bu masaya oturamıyor Kürtlerin yanında? Dahası başta Avrupa'da diasporada olan Kürtler neden kendilerinin temsil edecek yapıyla o masaya oturmayı dayatamıyor veya dilemiyor? Daha önce de belirttik, Kürt tarafının temsilcileri bu yukarda saydıklarımızın tümüdür, devlet tarafı kimi belirler orası bizi fazla enterese etmiyor. Ama süreç dediğiniz şey Kürt halkının lehine değil aleyhine işlemeye devam ediyorken ve sizler bunu herkesten daha iyi okuyorken, neden hala umudu İmralı'daki görüşmelere bıraktığınızı anlamak inanın imkansız görünüyor. Bu görüşmelerin müzakereye dönüşmesinin koşulları neden salt tek başına Öcalan'ın sağlık ve güvenlik koşullarına ve şu anki konumunun düzeltilmesine indirgeniyor? Müzakere denen şey bu mudur, yoksa dünyada yaşanan diğer tüm müzakereler yanlıştı da bu Kürtlere has bir tarz mıdır?

Aleviler için AKP'nin yaklaşımını ifade ederken: “Alevilik konusunda da benzer bir yaklaşım içindedir. Alevilerin devlet tarafından gasp edilen haklarını tanıyacağına, Aleviliği nasıl kendi olmaktan çıkaracak onu düşünüyor. Diyanetin bütçesi yoluyla nasıl ki imamları devletin savunucusu konumuna getirmişlerse; şimdi aynı şeyi dedeler, pirler ve seyitler ve Alevilik için de yapmaya çalışıyor. Aleviliği tamamen devletin yedeğine sokmak istiyor. Zaten Aleviliği devletin içine sokarak devlet dışı toplum olmasını ortadan kaldırmak isteyen keklik soylu Aleviler var. Devletin, yani Hızır Paşa’nın sofrasına oturmak isteyenler var. Tayyip Erdoğan bunu görmüş, bazı Alevilerin önüne kırıntılar atarak hizmetine koşturmak istiyor. Öküze bir tutam ot uzatıp boyunduruğa koşmak gibi şu dedelere maaş almayı kabul ettirirsem bu iş biter diye düşünüyor. Aslında yanlış da düşünmüyor. Çünkü dedelere, pirlere maaş bağladığı an Alevilik bitirilmiş demektir. Artık toplumun pirleri değil, devletin pirleri olunacaktır. Kürtleri Türkleştirme politikasının bir benzeri de Alevilere uygulanmak istenmektedir.” derken ve Alevi Dedelerini, Pirlerini, Seyitlerini bir tutam ota fit olacak öküz benzetmesiyle aşağılarken, sivil cumaların neden bitirildiğini, Diyanet'de kaç bin Müslüman Kürdün Alevilerin de vergileriyle maaş alarak çalıştığını, bin yıllık İslam kardeşliğinin ne anlama geldiğini halklara ve başta da iktidar derdi olmayan ama kurulu sistemin ve iktidar eden tüm dinlerin en büyük düşman saydığı mazlum Aleviliğin ve Alevilerin bu İslam kardeşliğinden paylarına ne düştüğünü açıklayabilir misiniz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: sayıları 20.000'leri bulan ve kendi halkına-kardeşlerine karşı savaşan korucuların kaç tanesi Alevidir? Yüzyıllardır katledilen, yakılan, pişirdiği haramdır diye ayrıştırılan, mum söndürdü diye iftiralara uğrayan, cemi-cemiyeti yüz yıldır yasaklanan, tüm mal varlıklarına el konulup, zorla Müslümanlaştırılmaya ve asimile edilmeye çalışılan, Cemevleri cümbüşevi diye tarif edilen, bir Alevi öldürenin cennete gideceğine inanılan ve buna rağmen kendi inancından taviz vermeyen, koruculuğu hiçbir koşul ve şart altında kabul etmeyen, silah alıp kendi halkına karşı savaşmayı reddeden Aleviler midir bir tutam ot uzatıldığında boyunduruğa koşmaya hazır olan, yoksa bu İslam kardeşleriniz midir? Neyse uzatmayalım zaten 'barış süreci' diye açıklanan süreç başladığında 'orta kadrolarımızı ikna edemiyoruz' diyen PKK hareketinin, bu orta kadroları nasıl olup da Mayıs'ın 18'inde kendi birliklerini geriye çekmeye ikna ettikleri, bu orta kadrolar denen saha ve alan komutanlarının bu sürece nasıl ikna edildikleri konularının tümünün bu meselelerle: 'Misak-ı Milli' ve 'bin yıllık İslam kardeşliği' meseleleriyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.

Gelelim Kürtlerin Rojava'daki haline. PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm iki kez Türkiye'ye ziyarete geldi ve her ikisinde de MİT yetkilileriyle ve hükumet temsilcileriyle bir araya geldi. İlk görüşmeden son derece memnun ayrılan Müslüm, 'kendimizi anlatma olanağı bulduk, umutluyum' açıklaması yaparak döndü. İkinci görüşmede de 'insani yardım için sınır kapısının açılması' konularını görüştüklerini açıkladı. Rojava Devrimi diye adlandırılan ve Kuzey Kürdistan atılımıyla eşzamanlı başlayan süreçte Kuzey Kürdistan birliklerinin 'barış süreci' dolayısyla çatışmasızlık sürecine girip, birliklerinin önemli kısmını sınırın (Kürdistan'ı bölen suni sınırlar) dışına çekerken, Rojava'da mücadele tüm hızıyla devam etti, ediyor. ÖSO denen çete yapılanmasına haklı olarak mesafeli duran PYD güçleri üçüncü bir taraf ve alternatif olarak Güney-Batı Kürdistan'da birlikte yaşadığı tüm halklara umut ve alternatif olmaya başladı. Yerelde de iyi örgütlenen ve halkın taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek düzeye gelen PYD'nin ÖSO ile ittifak yapmaması ve yan- yana durmaması halklar nezdinde de hareketi daha inandırıcı ve haklı kılmada önemli bir işlev gördü. Bu temelde PYD dış kamuoyuna şu mesajı vermiş oldu: Diktatör BAAS rejimine ve Esad'a karşı, İslam devleti kurmayı tahakkum eden ÖSO'yu desteklemenin, ne Kürtler ve ne de bir arada yaşadığımız, Arap, Türk, Keldani, Süryani ve diğer halklar açısından bir kazanım olamayacağı ve halklarrın kendi kendini yönetebileceği, bir arada eşit ve özgür yaşayabileceği Özerk bir Güney-Batı (Rojava) Kürdistan modelinin akla en uygun seçenek olduğu' mesajını verdi.

Emperyalistlerin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme çabalarında emperyalistlerin çıkarlarından azade, halkların seçeneği ve umudu olması bakımından bu duruş takdir edilecek ve savunulacak noktadayken, DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk'ün Amerika'daki temaslarına ilişkin BBC Türkçe Servisi'nden İlhan Tanır'ın haberine göre, sorulara verdiği cevaplarda 'Suriye konusunda Amerika ile hemfikir olduklarını' ve 'Suriyeli Kürtlerin de diğer Suriyeli muhaliflere katılmasıyla bir çözümün mümkün olacağını' söyledi deniyor. Aynı haberde, 'Bütün grup ve inanca sahip olanların bir arada olacağı demokratik bir yapının Suriye'yi kurtaracağına inandığını ifade eden Türk, Suriye'deki Kürtlerin sürecin dışında kalmasının Türkiye'deki barış sürecini de olumsuz etkileyeceğini ileri sürdü' denilmekte.
Tabiri caizse sayın Türk, gündemi ve PYD'nin üçüncü seçenek olarak ortaya koyduğu projesini ve ona uygun duruşunu da altüst eder tarzda ve emperyalistlerin bölgeyi yeniden dizayn etmesine hizmet eden, destek sunan tarzda bir çözümün içinde olmayı öneriyor PYD'ye. PYD'nin orada bulunan muhalefete katılması gerektiğini söylerken, Kürtlerin kalbini çıkarıp yiyen barlarlara yani kendi katillerine omuz vererek Esad'ı devirmek ve başta ABD ve diğer emperyal güçlerin lehine bölgeyi yeniden dizayn etmeye yarayacak bir İslam devletinin kurulmasının Kürtleri kurtaracağına ya inanıyor ya da fazlasıyla pragmatist davranıp böyle bir desteğin verilmesi halinde ABD ve emperyal müttefiklerinin Kürtlerin kendi haklarını almaları konusunda biraz daha ılımlı davranıp destek vereceklerinin hayallerini kuruyor olmalı.

Kürtler otonomi istiyor mu? Sorusuna, 'artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, demokratik özerklik veya demokratik otonomi olabilir. Önemli olan Kürtlerin bir statüye kavuşmasıdır' dedikten sonra anadille ilgili soruya verdiği cevapta da“Orta Doğu'daki 4 ülkede de yaşayan Kürtlerin yüzü Türkiye'ye dönüktür. Çünkü bin yıllık geçmişimiz vardır” demeyi de ihmal etmeyerek sorunu yine bin yıllık İslam kardeşliğini referans alarak çözme yolunu seçiyor. Burada yine sormak istiyoruz: bu İslam kardeşleriniz kimlerdir? Halkımızı, kardeşlerimizi diri diri ateşe atan, kalbini çıkarıp yiyen ve kadınlarımıza tecavüz edenler ve onları besleyip Kürtlerin üzerine salan takkiyeciler mi? Madem bin yıllık İslam kardeşliğiniz vardı, o halde sivil cumalar neden yapıldı? İslam kardeşliğinizin bir Alevi, bir Süryani, bir Ermeni veya bir Ateist için ne anlama geldiğini, gelebileceğini tahmin edebiliyor veya hesaplayabiliyor musunuz? İslam kardeşliğiniz üzerinden ve Misak-ı Milli üzerinden bir araya gelecektiniz madem, Türk-İslam sentezini en baştan kabul edeydiniz de bizim 40.000 evladımız, kardeşimiz 'Özgür Kürdistan' için hayatını kaybetmeyeydi. Coğrafyamız kan gölüne dönmeyeydi, 5000 köyümüz yakılıp-yıkılmayaydı ve milyonlarcamız yurdundan sürgün olup, el kapılarında dilenmeyeydi. Roboski ile ilgili soruya ise, ona zaman kalmadı türünden vicdanlara sığmayacak yanıtlar veriyor sayın Türk. Kürtler adına konuşmayı ve Kürtlerin temsilcisi olmayı onurla taşıdıklarını savunanlara sormak istediğim bir şey daha var ki o da şu: Kürtlerin ayrı ve bağımsız bir devlet istemediklerini nasıl- nerden çıkarıyorsunuz? Kürt halkına bu konuda gidildi mi, herhangi bir referandum yapıldı da bizim mi haberimiz yok? 50 milyon Kürt neden yüzünü faşist Türkiye'ye dönmüş olsun? Yoksa faşist ırkçı- tekçi TC, İran'dan, Suriye'den ve Irak'tan daha mı mazlumdur, Kürtlere karşı daha mı şefkatli veya adil davranmıştır? 20 bin faili devlet cinayeti hangi kardeşleriniz yaptı? 5000 köyümüzü hangi kardeşleriniz yakıp-yıktırdı? Herhalde gayri Müslümler, Aleviler, Süryaniler, Çingeneler, LGBT bireyler, Sosyalistler, mazlumlar değil bunlar.

Görünen o ki ard arda gelen tüm bu çelişkili ve biri diğerini tutmayan, birbirini reddeden ve boşa çıkaran tutarsız açıklamalar, çözülen şeyin son 8 aydır Kürt hareketinin yaşadığı ruh halinden, yalpalamadan ve kararsızlıktan kaynaklı Irak savaşında bile emperyalistlerle yan yana durmayan ve üçüncü bir yol olmayı seçen Kürt Özgürlük Hareketi'nin kendi özgün duruşu olmaya başlamıştır. Yoksa ortada Türk ırkçı devletinin Kürt sorununa dair herhangi bir çözümüne tanık olamamakla birlikte, emperyalistlerin Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının hakları konusunda Milletler Cemiyeti'nden bu yana takındıkları böl-parçala-yönet tavırlarında da herhangi bir değişiklikten bahsedemiyoruz. Kürdistan'ın dört parçaya bölünmesinin birinci dereceden müsebbibi olan bu güçlerin bugün Ortadoğu'yu mezhepler temelinde bölerek, siyasal İslamı kendi yedeklerine alıp, kullanma hevesleri Rojava'da Kürtlere ve Alevilere uygulanan zulümle ayan beyan ortadadır. Devlet, Kürtlere psikolojik harp uygulamakta ve yapıyı bir bütün olarak yıpratmaktadır. Bunda başarılı olduğu da bu son 8 aylık süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durumda haklı olarak korkumuz, çözülecek gibi görünen şeyin, Kürt halkının ambargo konan ve gaspedilen haklarının iadesi ve Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi meselesi değil de, 35 yıllık mücadelesini zaferle sonuçlandıracağını umud ettiğimiz ve beklediğimiz Kürt hareketi olmasın? diye sormak boynumuzun borcudur.

Saturday 17 August 2013

ULUSAL KONGRE'DEN BEKLENTİLER

ULUSAL KONGRE'DEN BEKLENTİLER
17.08.2013- H.Selda Aksoy

24-26 Ağustos'da gerçekleşmesi beklenen ama hazırlıkları Rojava'da Kürtlere uygulanan katliamlardan dolayı tamamlanamadığı için iki hafta ertelenen Kürt Ulusal Kongresi hepimizin uzun süredir beklediği ve hepimizi fazlasıyla heyecanlandıran bir girişimdir.

Bu kongrede tabiri caizse Kürtler kendi kaderlerine yön verecek kararlar alacaklar veya bu konudaki tutumlarını netleştirecekler. Kürtler dört parça Kürdistan'da sömürgeci devletlerin zulmü altında yüzyıldır inliyorlar. Bu kongrede dört parça Kürdistan'daki Kürtlerin temsilcileri, politik aktörleri, toplum önderleri bu gidişatı tersine çevirebilecek bir yan-yana gelişi, akıl-fikir birliğini ve dolayısıyla politikada ortaklaşmayı sağlayacaklar mıdır, yoksa siyaseten parçalı duruşu devam ettirip, Kürtlerin dört parça Kürdistan'da sömürülmesine, asimile edilmesine ve zulme maruz kalmasına göz mü yumacaklardır? Asıl sorun budur.

Kürtlerin siyaseten parçalı duruşu elbette Kürdistan'ın emperyalistler eliyle ve bölgedeki sömürgeci ulus devletler tarafından dört parçaya bölünmesinden bağımsız ele alınamaz. Kürtlerdeki parçalı duruş tam anlamıyla Kürdistan'ın parçalanmışlığıyla doğrudan bağlantılı bir sonuçtur. Bu Kongre tam da bu sonucu tersine çevirebilmek için zorunlu ve hayati bir anlam taşıyor.

Kongreye davet edilecek parti ve yapıların yanı sıra Kürt akademisyenleri, Kürt aydınları ve Kürt medyasının da katılımcı delege olarak yer almaları önemli ve üzerinden atlanmaması gereken bir konu.

Bu kongreden beklentiler çeşit çeşit olsa da öz itibariyle sanırım dünyadaki tüm Kürtlerin ortak beklentisi Kürtler arası birliğin sağlanması ve bu birliğin Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi, Kürtlerin özgürleşmesi konusunda mutabık kalmasıdır.

Bu konuda araç-yöntem-siyaset farklılıkları olması elbette son derece doğaldır. Lakin, bu farklılıkların en asgari düzeye çekilmesi ve bugünün ihtiyaçlarına göre Kongre'den çıkacak iradenin Kürtlerin siyasal ve sosyal öncülüğünü üstlenecek bir üst yapıya kavuşturulması gerekiyor. Kürtlerin tüm farklılıklarını zenginlik olarak kongreye katmak, tüm Kürtleri temsil edecek ve oradan ana hatlarıyla tüm Kürtleri tatmin edecek kararlar çıkarabilmek kongreden beklenendir.

Kürtlerin temsiliyeti hesaplanırken inançsal farklılıkların da hesaba katılması şarttır. Kongreye katılacak olan İslami Kürt yapıların ve partilerin (ki bunların sayısı oldukça yüksektir) yanısıra Ezidi Kürtlerin, Alevi Kürtlerin, Hristiyan ve Musevi Kürtlerin ve diğer inançlara sahip Kürt temsilcilerinin atlanmaması gerekir. Tüm bunlar ulusal birlik açısından ilerde gelişebilecek tartışmaların ve hazımsızlıkların önünü keseceği gibi, kurulmak istenen birliğin de gereğidir.

Kürtleri tatmin edecek kararların başında Kürtlerin ulusal olarak bir statüye kavuşturulması sorunu gelmektedir. Bu konuda Kuzey Kürdistan'daki Kürt yapılarının önemli bir kısmı başta olmak üzere 'ulus devlet istemiyoruz' diye tarif edilen ama ne istediğini de tam tarif etmeyen flu duruşun netlik kazanması gerekiyor. Buna örnek olarak BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın iki gün önce katıldığı bir tv programında 'Kürtler ne istiyor?' sorusuna mukabil söylediklerine bakmamız yeterlidir: 'Bağımsız devlet kurmak başka birşeydir, ulus devlet kurmak başka birseydir. Kürtlerin, ulusların kendi kaderini tayin hakkından kaynaklı ayrı devlet kurma hakları vardır. Ama biz ulus devlet kurmak istemiyoruz, Ulus devlet halkların başına beladır. Velev ki, bağımsız bir Kürt devleti kurulsa bile, modeli ulus devlet olmamalıdır. Biz, Türkiye sınırlarında bir arada eşit ve özgür yaşamak istiyoruz...'

Lafı evirip çevirmeden sormak istiyorum: Kürtler devlet kurma haklarını neden kullanmak istemesinler? Bunun nasıl bir devlet modeli olacağına karar verecek olan da yine Kürtlerse ulus devlet modelini Kürtlere dayatan mı vardır ki, ille de ayrı- bağımsız devlet kurma hakkını ulus devletle özdeşleştirip öteliyorsunuz? Kürtler nasıl bir devlet kurmak istedikleri konusunu veya sömürge devletlerden ayrılıp ayrılmama konusunu neden sadece ulus devlet üzerinden tartışmak zorunda kalsınlar? Dünyada birtek ulus devlet modeli olmadığını sayın Demirtaş ve temsilcisi olduğu siyasal akım herkesten iyi bildiği halde, neden federe devlet, otonom devlet modelleri üzerinde tartışmak yerine ille de Türkiye'nin sınırlarına mutabık kalan bir seçeneğe hapsolarak tartışmak zorunda bırakılıyoruz? Özerk yerel yönetimler tarifi yerine ayrı otonomileri olan devlet modeli neden tartışılmıyor? Bu soruları çoğaltmak mümkündür fakat görünen o ki, Kuzey Kürdistan'daki Kürt hareketi kendini fazlasıyla 'barış sürecine' vakfetmiş ve oradan 90 yıllık Türk ulus devletinin kurucu aklının değişeceği ve Kürtlere özerklik tanıyacağı hayaline kapılmıştır. Ne yazık ki, Türk cephesinde işlerin hiç de böyle yürümediğini yine Kürt özgürlük hareketinin öncüleri dile getirmektedirler.

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Newroz 2013 açıklamasıyla kamuoyuna Kürt Hareketi tarafından deklare edilen 'Barış Süreci'nin başlamasından bu yana Kürtler açısından neler değişti hepimizin malumu.

18 Mayıs itibariyle Kürt tarafı gerillalarının önemli bir kısmını sınır dışına (Kürdistan'ı bölen sahte sınırların) çekti. Artık çatışma yok, bu en iyisi.

Devlet ve Akp hükümeti cephesinden ise, barış sürecine dair hiçbir olumlu adım henüz yok. Akil İnsanlar komisyonu diye bölgelere gönderilenlerin bir kısmı da Gezi Direnişi'ne devletin gösterdiği vandalizm ve şiddet tavrından dolayı istifa ettiklerini açıklamalarıyla o çalışma da bir nevi durmuş oldu. Ya da devam ediyorsa bile halka yansıyan birşey yok. Anayasa uzlaşma komisyonu henüz ortak kapsayıcı bir anayasa taslağında anlaşabilmiş değil.

Bırakalım Kürtlere statü tanımayı, seçim barajının ortadan kaldırılması veya düşürülmesine dahi yanaşmıyor iktidar. Kürtçe dilinde eğitim konusunda devletin iki yüzlü, inkarcı tavrı aynen devam ediyor.

Kürdistan'da sömürgeci devletin karakollarının yapılmasına devam ediliyor. Batı'da Kürtlere linç girişimleri devam ediyor. Ana akım medyada görece bir uslüp ve dil değişiminden bile söz etmek neredeyse imkansız çünkü o değişimi yaşayanlar veya tercih eden gazeteci ve yazarlar zaten bu süreçten önce de varlardı.

Kürt cephesinden 15 Ağustos atılımı dolayısıyla üst üste gelen mesajlar Kürt tarafının süreçten rahatsızlığını açıkça ortaya koyuyor. En son KCK Yürütme Kurulu Başkanı Cemil Bayık ve HPG Anakarargah Komutanı Murat Karayılan'ın bu konudaki endişelerini röportajlardan okuduk.

Bu durumda sömürge devletlerden Kürtlere statü tanımalarını beklemek yerine, Kürtlerin ulusal kongrede kendi kaderlerini tayin etmeleri konusunda bir birliğe varmalarını beklemek sanırız hakkımızdır. Bu yönde çıkacak bir karar, sömürge devletleri de harekete geçirecek ve paniklemelerine yol açacaktır. Aksi takdirde 'barış süreci' diye ifade edilen ve Kürt tarafına psikolojik harp olarak uygulanan; sürümcemede bırakma, yok sayma, tanımama, muhatap almama, yıpratma sürecinin Kürtlere getireceği bir şey olmadığı gibi, bu güne kadar kazanılmış halk desteğinin de giderek zayıflamasına, Kürt halkında moral bozukluğuna ve pasifizmine sebep olacaktır. Nüfusu 40-50 milyon olan Kürt halkının ulusal kongresinde bağımsız bir Kürdistan kurma hakkını karar altına alması başta BM olmak üzere uluslar arası arenada da tartışmalara neden olacaktır. Bu tartışma Kürtlerin yararına olacaktır çünkü nüfüsü 40-50 bin olan uluslara devlet kurma hakkı tanıyan bu yapıların, 50 milyonluk Kürt realitesini yok sayması beklenemez. Kürtlerin ilkesel olarak bağımsız devlet kurma haklarını ulusal kongrede karar altına almaları, bulundukları bölgelerde federe devlete razı olmayacakları anlamını da taşımaz. Yani şöyle ki nihai hedef bağımsız bir Kürdistan olmakla beraber, bugünün şartlarında Kongre dört parça Kürdistan'a özgü öznel hedeflerini gerçekleştirme konusunda bir politikaya, ve esnekliğe sahip olabilir.

Rojava'daki durum Güney Kürdistan'ın ortaya çıkmasına benzer bir süreçte işlemektedir. Rojava'nın kaderi giderek federe bir Suriye içerisinde özerk bir Güney- Batı Kürdistan bölgesi ve yönetimini artık neredeyse zorunlu kılmış ve dayatmıştır. Bu nedenledir ki sömürge devletler Türkiye ve İran hemen devreye girip PYD lideri ile görüşme yapmaya başlamışlardır. İran bundan kendine pay çıkarabilecek siyasal akla ve deneyime sahip bir ülkedir. Suriye'de Esad rejiminin yıkılmasının İran'a tehdit oluşturduğunu bilecek kadar deneyime sahiptir ve bundan dolayı da Kürtlere karşı son derece temkinli davranmaktadır. Geçtiğimiz günlerde PYD lideri Salih Müslüm'ün İran'a davet edilmesi ve tabiri caizse İran Devlet erkanı tarafından, krallar gibi bir prosedür ve şatafatla karşılanıp ağırlanması bundan kaynaklıdır. Doğu Kürdistan'da da İran'ın böylesi bir çözümü ABD-AB ve diğer emperyal güçlerin kendisine uyguladığı tehdide karşı desteklemesi muhtemeldir. Bu durumda İran'a Doğu Kürdistan'da Kürtlerin siyasal bir statüye sahip olmasını siyaseten dayatmak, Kongrenin öncelikli görevleri arasında olmalıdır. İran'da dahil olmak üzere Kürdistan'ı pay eden sömürge devletlerin buna ayak direme şansları artık kalmamıştır. Bu tarihsel olarak yakalanmış bir fırsattır ve kaybedilmemelidir.





Thursday 1 August 2013

EMPERYALİZMİN UŞAĞI SİYASAL İSLAM ve KÜRTLER

EMPERYALİZMİN UŞAĞI SİYASAL İSLAM ve KÜRTLER
H. Selda Aksoy
01.08.2013


Siyasal İslam ve emperyalizm ilişkisi denince, akla ilk Ortadoğu gelir. Filistin sorunu, Irak savaşı, İran İslam Devleti'yle ilişkiler, Afganistan, Kürdistan ve bugün de Kürdistan'ın en küçük parçası olan Rojava'da yaşananlara biraz daha yakından bakarsak siyasal İslam ve emperyalizm ilişkisini daha iyi analiz edebiliriz.

Emperyalistler soğuk savaş döneminden bu yana siyasal İslamı kendi yedeğine almış, istedikleri gibi istedikleri yerde kullanmış ve kendileri için miadını doldurunca da tarihin çöp tenekesine fırlatmışlardır.

Al-Qaide'nin 70'lerden bu yana gelişimine bir göz atılacak olursak, Batı emperyalizminin siyasal İslama bakışı ve onu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandığı daha net anlaşılır olacaktır. 1979'da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi sonucu, ABD ve diğer emperyal güçlerin Sovyetlere karşı Al-Qaide çetesini örgütleyip, Sovyetlerin üstüne saldığı bilinen bir gerçek. Afgan Marksistleriyle işbirliği yapan Sovyetler Birliği'ni Afganistan'dan söküp atmak için, ABD Pakistan'da örgütlenmiş olan Mücahiddin çetelerini destekledi. Bu arada Suudi petrol zengini İşadamlarının yıllık $600 milyon dolar vererek desteklediği Mücahiddin ve Müslüman Kardeşler'den oluşan yeni bir oluşumun temelleri atıldı. (Suudilerin Vahabi yönetiminin ezelden beri Amerikan emperyalizmiyle dostluğu öyle ki ABD bütçesinin 40% 'ını Suudi petrollerinden sağladığı bilinen bir gerçek). Sudan kökenli ve Suudi krallığıyla da yakın ilişkisi olan Usame Bin Ladin bizzat kendi parasını da bu örgütlenmeyi sağlamak için kullandı ve Al-Qaide adını alan örgütün başına geçip, emperyalistlerin çıkarları uğruna Sovyetlere karşı savaştı.

Bu çete örgütü daha sonra birçok savaş ve çatışmada ABD ve diğer emperyal güçler yararına savaştı ve en son Afganistan'da emperyalistlerin kalıcılaşması için uğraştı ve basamak oldu. Sözde İslam adına savaş verdiğini ve baş düşmanının İsrail olduğunu iddia eden bu terör örgütünün tarih boyunca İsrail'e karşı birtek eylemi bulunmamakla beraber, başta Irak olmak üzere Yemen, Sudan, Somali, Libya, Eritrea, Suriye yani Ortadoğu ile Kuzey Afrikanın birçok yerinde Müslümanlara karşı savaşmış, binlerce bombalama eylemi yapmış ve yüzbinlerce insan katletmiştir.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da, dahası Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde her neresi olursa olsun, özgürlükçü ve emperyalizmin çıkarlarına ters düşen bir yapılanma, mücadele ve örgütlenme varsa, orada hemen İslam kozu devreye sokulmuş, İslam adına savaştığını söyleyen birtakım terör örgütleri peydah edilmiş, halklar yararına gelişmekte olan muhalefet hareketleri de bu şekilde bastırılmış veya sönümlendirilmişlerdir. Afganistan'daki Sovyet işgaline Al-Qaide eliyle son verilirken bir yandan da Afganistan'daki aydınlanmanın, özgürlükçü Marksist gelişimin önü kesilmiş, Afganistan'ın ABD ve İngiltere tarafından işgal edilmesinin yolları açılmış ve böylece bugün Afganistan dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir zulme, yoksulluğa ve gericiliğe ev sahipliği yapar noktaya taşınmıştır. Filistin'in bağımsızlığını savunan Filistin Kurtuluş Ordusu (FKO)'na karşı aynı şekilde İslamcı Hamas, ABD, İsrail ve diğer emperyal güçler tarafından beslenerek palazlandırılmış ve Filistin'deki özgürlükçü mücadele aynı şekilde sonlandırılmıştır. Hamas öncesi ve sonrası Filistin'e baktığımızda göreceğiz ki, FKO zamanında kadın ordusuna sahip olan ve dünya sol hareketleri ve dünya halklarının geniş desteğini alan Filistin halkının mücadelesi, Hamas'la beraber gericileşmiş, yozlaşmış, güdükleşmiş ve bu desteği büyük oranda kaybetmiş yalnızlaşmış, kaderine terkedilmiştir.

Tunus'da üniversite mezunu bir gencin öldürülmesiyle başlayan halk isyanları giderek bütün Ortadoğu'ya yayılmış, gerici, baskıcı dikta rejimlerine karşı özgürlükçü ve demokratik halk hareketlerine dönüşmüştür. Arap Baharı olarak adlandırılan bu sürecin önünü kesmek için yine siyasal İslam kozu devreye sokulmuş, başta Mısır olmak üzere, halkın ilerici talepleri, halkların muhalefeti yine kanla, yapmacık seçim hileleriyle ve o da olmadıysa cuntayla emperyalistler lehine bastırılmıştır. Mısır'daki ve Ortadoğu'nun diğer bölgelerindeki halkların özgürlükçü mücadelesi devam ederken, Müslüman Kardeşler denilen emperyalizmin uşagı yapılanmaların hala buralarda nasıl tutunacağının yöntemleri aranmaktadır.

Şimdi sıra Kürtlere gelmiştir. Kürtlerin 21.yüzyılda dört parçaya ayrılmış bir ülkede sömürge bir halk olarak yaşamak istememesine karşın sömürgeci Türk devleti ağababası ABD'nin desteğiyle yine siyasal İslamı bu kez de Rojava'da Kürtlere karşı kullanmaya çalışmaktadır. Emperyalistlerin çıkarları gereği Kürecik'e patriot füzeleri üssü kuran, 130 adet ABD ve Nato üssüne yer sağlayan, bu üslere kendi dahi giremeyen, İsrail'den aldığı Heron'ların koordinatlarına dahi ABD istihbaratının bilgisi olmadan ulaşamayan Türk devleti, Al-Qaide uzantısı El Nusra çetesini silahlandırarak, parasal yardımda bulunarak, Antakya, Urfa ve Antep'de eğiterek Rojava'daki Kürtlerin üzerine salmaktadır. Güneyden Hizbullah, kuzeyden El Nusra çetesinin saldırılarıyla yok edilmek istenen Kürtlerin batı Kürdistan'da bir statüye sahip olmaları hakkıdır. Suriye'de Esad diktatörlüğüne karşı savaştığını savunan bu terör örgütlerinin hedefindeki asıl kesim, özgürlükçü ve eşitlikçi halklar ve başta da Kürtlerdir.

Kuzey Kürdistan'da 1990'larda Hizbul-kontranın işlediği binlerce cinayet, Gülen cemmaati ve diğer İslamcı örgütlerin Kürt coğrafyasında palazlandırılmaya çalışılması tam sonuç vermeyince çareyi 'bin yıllık İslam Kardeşliği' söylemine sığınan, Fetullah Gülen'e üst üste kasetler hazırlatıp Kürtler için katliam fetvası veren Gülen değilmiş gibi Kürtlerle olan kardeşlikten bahsettiren sömürgeci anlayış, Kürtlerin İslamla olan bağını kullanarak, Kürtler eliyle birçok İslami parti ve örgütlenme yaratarak özgürlükçü ve bağımsızlık taraftarı Kürt hareketini parçalama ve sönümlendirme taktiğini seçmiştir. Yapılacak olan Kürt Ulusal Kongresi'ne katılacak olan İslamcı Kürt parti ve oluşumların sayısı dikkat çekicidir. Kürtler tarihsel olarak siyasal islamın hizmet ettiği tarafı çok iyi hesaplamak ve ona uygun davranmak zorundadır. Yakalanan tarihi fırsat kaçırılmak istenmiyorsa ve Kürtler bir yüzyıl daha sömürge bir halk olarak yaşamak istemiyorsa bunu hesaba katarak davranmak zorundadır. Siyasal İslamın gideceği yerin emperlalizmin kucağından başka bir yer olmadığı takkiyeci AKP'den de belliyken, siyasal İslamdan medet ummak olsa olsa baltayı kendi ayağına vurmaktan başka bir şey değildir. Kısacası Kürtler, siyasal İslamla bağını doğru kurmak zorundadır. Aksi halde Ortadoğu ve dünyanın başka yerlerinde siyasal İslamdan kaynaklı yaşananların Kürdistan'da yaşanmayacağının garantisi yoktur.

Siyasal İslamla mücadelenin bugünkü anlamı emperyalizmle ve halkların haklı taleplerini içerden İslam adına boğan, bastıran ve yok eden onun yerli uşaklarıyla mücadele olduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Kaşımızda duran Filistin, İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak örneklerinin her biri ayrı ayrı ele alınması gereken ama sonuçta halklar aleyhine gelişmiş aynı sonucu veren olumsuz örnekler olarak ders çıkarmamız gereken gerçeklerdir.

Halkları kurtaracak olan yegane ideolojinin hala haklılığı tartışma götürmez ve aşılamamış olan eşitlikçi, Marksist ideoloji olduğu gerçeğinin üzerinden atlayanlar, tarihin tokadını en sert şekilde yiyecek olanlardır, unutulmamalıdır.


Monday 8 July 2013

BİR YILDIZ DAHA KAYDI...

BİR YILDIZ DAHA KAYDI...

H. Selda Aksoy
07.07. 2013

Bazı insanları anlatmak zordur, ne kadar anlatmaya çalışsanız da eksik, yarım kalır. Cünkü onları ancak yaşayabilirsiniz.

Sevgili dayıcığım Paşa Karakoç'da bu insanlardan biridir.

O hayatını devrimci mücadeleye adamış, insan sevgisini kendine rehber edinmiş ve hayatı boyunca bundan taviz vermemiş bir güzelliktir. O, en zor anlarda umudunu asla kaybetmemiş, başka bir dünyanın, daha hakça, daha insanca bir yaşamın mümkün olduğuna dair inancını her daim diri tutmuş ve her zaman buna uygun davranmış gerçek bir devrimcidir.

Dayım 7 Nisan 1952'de Elbistan'ın Yenisöğüt Köyü'nde dünyaya gelmiş, 8 kardeşin üçüncüsüdür. Annem kardeşlerin en büyüğüdür. Çok genç yaşda ikinci kardeşleri olan Ayşe teyzemi kaybetmenin acısını yüreklerinin en derinliklerinde yaşayan dayımın ve annemin birbirlerine bağlılıkları, sevgileri, aşkla tutkuları anlatılır türden değildir.

12 Eylül öncesi Elbistan'da yaşayan sevgili dayıcığım henüz çok genç yaşda devrimci mücadele ile tanışır ve kadro düzeyinde görev alır. Halkın Yolu hareketinin Karadeniz ve Akdeniz'de örgütlenmesinde önemli katkılar sunar. Önce Elbistan Termik Santrali'nde daha sonra da Karadenzi'de seyyar satıcı olarak çalışan dayım bir yandan isçi ve halk örgütlenmesinde çalışırken diğer yandan sürekli okuyarak kendini teorik anlamda donatır. O, okumaya olan tutkusu ömrünün sonuna kadar sürdürmüş, okuduklarını salt teorik bilgi olarak hiçbir zaman görmemiş bunları hayatın pratiğinde doğru ve yerinde kullanmayı bilmiş gerçek bir devrimcidir.

12 Eylül faşizmi O'nu alıp, inkar edince sevgili nenem Gülizar Karakoç oğlunun peşine düşmüş ve üç ay fiili işkenceye maruz kalan dayımı Maraş'da bulmuştur. 3 aylık işkenceden sonra, önce Maraş kapalı Cezaevine ardından da Mersin E tipi Cezaevi'ni atılan dayımı ilk ziyarete gittiğinde nenemle aralarında geçenleri, hem nenemin ve hem de dayımın ruh hallerini, daha sonra kendileri tarafından bize anlatılanlardan anlayacaktık.

Dayımın birinci dereceden destekçisi, devrimci yoldaşı olan nenemin dayımı cezaevinde ziyarete giderken kendi kendine ve beraberinde götürdüğü eşleri, çocukları, kardeşleri dayım gibi ceazevinde olan ailelere şu telkinde bulunduğunu daha sonra bizlere anlatacaktır: 'burada ağlaşmak, sızlanmak yok. Ağlamayacağız. Bizim çocuklarımız, eşleriniz, kardeşleriniz kötü bir şey yapmadılar. Onlar halkı için savaştı, mücadele etti. Onlara destek vermek, moral vermek için buradayız. Eğer onlar işkencede çözülmemişse bizim görevimiz onların onurlu mücadelesine daha fazla destek vermektir. Bana söz vereceksiniz, ağlamayacaksınız. Gözyaşlarımızı faşistlere göstermeyeceğiz, güçlü olacağız, yıkılmayacağız...'

Dayımın o ilk ziyarete dair anlattıkları ise şunlardı: 'anamla sorgudan sonra ilk kez karşılaşacaktım. Gördüğümüz ağır işkencelerden dolayı epey hırpalanmış, fiziken çökmüş ve zayıflamıştık. Anam beni bu şekilde görsün istemiyordum. O'nun beni bu şekilde görmeye dayanamayacağını düşünüyordum. Bunun endişesiyle ziyarete çıkmıştım. Anam, yiğit anam beni görür görmez O'nun bizlere ve devrime olan inancı, direnme gücü ve bizlere verdiği moral bizim sorguda direnmemizin haklılığını, onurunu bizlere yeniden yaşattı. Anam bana ilk şunları soracaktı: 'Paşako, çözülmedin değil mi, kimseleri ele vermedin, arkadaşlarına ihanet etmedin değil mi?' Bunun üzerine çözülmediğimizi, direndiğimizi söylediğimde coşku ve sevinçle faşizme meydan okuyan ışıltılı gözlerle ve her zamanki gür sesiyle bizlere şunları söyleyecekti:'Oğlum biz sonuna kadar arkandayız, arkanızdayız. Burada seninle yatan tüm arkadaşların benim oğullarım ve kızlarımdır. Sizler direndiniz, direnmeye devam edin. Sizler adam öldürmediniz, hırsızlık yapmadınız, kimseye haksızlık yapmadınız, halkınız için burdasınız. Ben var oldukça senin yanındayım, sizin yanınızdayım. Yıkılmayın, yılmayın, direnin... Seni çok iyi gördüm. Bizleri merake etme. Çocukları merak etme, arkadaşlarına da söyle direnmeye devam etsinler. Seni aradığımda aylarca inkar ettiler, ama seni buldum Paşa'm, yine bulurum...
Anamın bu konuşmaları sadece bana değil benimle aynı cezaevinde yatan tüm devrimci tutsaklara moral vermiş ve bizi adeta işkencenin karanlık çukurundan alıp, aydınlığa çıkarmıştı.'

Henüz 28 yaşında 5 çocuk babasıyken ağır işkencelere maruz kalan dayıcığım gördüğü ağır işkencelerden dolayı cezaevinden çıkar çıkmaz siroz oldu. Defalarca mide kanamaları yaşadı ve ölüm tehlikesi atlattı. Ankara Tıp Fakültesi'nde tedavi gördüğü sırada doktoru olan Profesör Özden hanım dayımın zor bulunan kanı anında tedarik edilemediğinden defalarca yatıp kendisine kan verdi. Dayım ahde vefa olarak ceazevinden çıktıktan sonra doğan kızın adını Özden koydu. Özden hanımın çabaları sonucu tedavi görmek üzere heyet raporuyla İsviçre'ye gönderildiğinde arkasında eşini, 6 çocuğunu, gözleri görmeyen bir bana, direngen ama çilekeş bir ana ile iki de kardeş bırakacaktı.

Sevgili nenem tüm imkanlarını kullanarak dayımın eşini ve çocuklarını birer ikişer O'nun yanına göndermeyi başardığında ailenin yeniden bir araya gelmesi birkaç yılı bulacaktı. İsviçre'de yaklaşık 20 yıl vatandaşlık hakkı alamayan dayım ülkesine hasret bir şekilde ve sağlık sorunları devam ederek yaşadı. Dayımın İsviçre'ye gidişinden sonra İngiltere'ye yerleşen dedeciğim kısa bir süre sonra Londra'da vefat etti. Devrimci mücadele saflarında her zaman en önde olan ve Devrimcilerin ve Kürtlerin özgürlük mücadelesinin simgelerinden biri haline gelen Dersim yetimi, Alişer Efendi'nin yeğeni neneciğim ise 6 yıl önce aramızdan ayrılıp Hakk'a yürüyecekti.

Kürdistan dağlarında halkı için mücadele eden kardeşim Agir Serhildan'ın arkadaşlarıyla birlikte 14 yıl önce bir ihbar sonucu pusuya düşürülerek katledilmelerinin haberini alan dayıcığım, büyük bir darbe ile yıkılacak ve siroz olan karaciğeri bu kez kansere dönüşecekti. Geçen Ağustos ayında Agir ve dava arkadaşları için düzenlenen anmada söyledikleri O'nun hayata bakışını en güzel şekilde ifade eden sözlerdi. Devrime olan inancından zerre kadar aşınma yaşamadığını, PKK'li olmadığı halde bir sosyalist olarak ve bir Kürt olarak sürekli eleştirel destek verdiğini, Kürt hareketinin Kürtleri özgürleştirme konusunda önemli bir işlev gördüğünü, Gerillanın hakkının teslim edilmesi gerektiğini, Kürt mücadelesinin binlerce fedakar gerilla sayesinde devam ettiğini, Avrupa'da yaşayan halkımızın çürümüş değer yargıları, bireysellik, bencillik, kapitalist yaşam biçimi karşısında kendi değerlerimize sahip çıkması ve mücadeleye daha fazla katkı sunması gerektiğini, sol-sosyalist mücedeleye olan ihtiyacın devam ettiğini, Alevi Hareketinin kendi geleceği ile ilgili karar vermesi gerektiğini ve yükselen özgürlük mücadelesindeki yerini alması gerektiğini uzun uzun anlatığında, yer yer boğazını düğümleyen kelimelere yaptığı vurgu, kürsüdeki inançlı- dik ama Agir ve yoldaşlarına olan saygıdan dolayı ceketinin önünü saygıyla ilikleyerek duruşu, salondaki yüzlerce insanı hem hıçkırıklara boğmuş ve hem de uzun uzun düşündürmüştü. Dayım İsviçre'ye gittikten sonra da devrimci mücadeleden kopmamış, pratik mücadelede aktif olmayı sürdürmüştü. En önmeli özelliği paylaşımı, dayanışmayı ve insan sevgisini hayatında yaşayarak ve yaşatarak diğer insanlara ve bizlere örnek olmasıydı. Bunu içselleştirmeyen insanın devrimciliği zaten şüphe götürür türdendi O'nun için. Bu hayat felsefesiyle olaylara yaklaşan dayıcığım hayatında pişmanlıklara yer vermeden onurlu bir şekilde yaşadı.

O kelimenin tam anlamıyla bir insan aşığı, bir halk adamıydı. Evde bir çay içecek olsa yanında dostlarını muhakkak arardı. Ekmeğini, bilgisini ve tüm imkanlarını insanlarla sonuna kadar paylaşmayı bilen bir gönül insanıydı. İnsana, özellikle de çocuklara olan sevgisi sonsuzdu. Tedavi gördüğü kısa dönem içerisinde en fazla şikayet ettiği konu en büyüğü 6 yaşında olan minik torunlarını ve yeğenini kucaklayıp, öpemiyor olmasıydı. Dayım Paşa karakoç: “bir can için yalvaracak değilim, ölürsem de canım sağ olsun...” diyebilecek kadar hayatı seven ve hayata güzel bir pencereden bakan bir insandı. O ölümü yenmiş, ölümü öldürmüş bir insandı. O nedenle de bizlere herhangi bir vasiyet bırakmadan aramızdan fiziken ayrıldığında tek dileği 'birbirinize ve kendinize iyi bakın, ağlamayın, üzülmeyin...' olmuştu.

İstanbul'da tedavi gördüğü hastahanede başta profesörü olmak üzere O'nun tedavi sürecinde yanında olan, O'nu tanıyanların aileden birini kaybetmiş gibi ağlaşmalarının nedeni O'nun ameliyattan çıkar çıkmaz hemşirelerine, hastahane personeline şiirler okuyup, deyişler, türküler söylecek kadar pozitif düşünebilen, tek tek hemşirelerin özel sorunlarıyla ilgilenen, aile durumlarını, geçim sıkıntılarını kendine dert edinen, insana insan olduğu için değer veren ve sahiplenen bir insan olmasıydı.

Devrimcilerin ortak kaderi olan; işkence, mahpus ve sürgün dayımın peşini bırakmamasına rağmen O, son ana kadar mücadele etti. Bir devrimci olarak yaşadı ve 28 Haziran 2013'de bir devrimci olarak bu dünyadan göçtü. O'nun nerede sırlanacağı konusu gündeme geldiğinde vatanı işgal altında olan biz Kürtlerin ortak kaderi bir kırbaç gibi yine yüzümüze çarpacak ve yüreğimizi lime lime edecekti. Kendisi Elbistan'lıydı ama köyünden fiziki bağları neredeyse tamamen kopmuş, köyde kimsemiz kalmamıştı. Evi, eşi ve çocukları İsviçre'deydi. Genç yaşta kaybettiğimiz teyzeciğim Malatya Kürecik'te yatmaktaydı. Uzun bir süre dönecek diye yolunu beklediği ve derdinden derbeder olduğu yeğeni Agir, Adıyaman'da arkadaşlarıyla ortak bir kabristandaydı. En büyük dayanağı sevgili anacığı ve çilekeş babası Londra'da istirahatteydi. Peki dayıcığımın yurdu neresiydi? Yurdumuz neresiydi...?

Ailenin ortak kararıyla Londara'daki anne ve babasının yanına getirilmesine karar verildiğinde bana düşen ise O'na mezar yeri bakmak ve cenaze işlemleriyle ilgilenmek olacaktı. Bu kadar onurlu, yüreği insan sevgisiyle dolu bir insanı sonsuzluğa yolcu etmek hayatımın en zor işi olacaktı. Yengemin anlattığına göre birgün İsviçre'de yaşlı bir nine sokakta köpeğini gezdirirken dayım: 'neneye de kurban olayım köpeğine de...'diyebilecek kadar insandır. İşte bu denli insana aşık bir insanın Hakk'a yürüme merasimine Londra'da yaşamamasına rağmen binlerce insan akın etmiş, dünyanın çeşitli yerlerinden gelenlerle vize engeline takılıp, gelemeyenler telefon açarak acımızı bizlerle paylaşmış ve bu güzel insana yakışır bir merasim düzenlenmiştir. Kendi sesinden, kendi bestelerinin okunduğu törende erkanı yürüten Dede'nin sesini titreten şey, dayım Paşa Karakoç'un insana yaptığı yatırım karşısında gördüğü ilgi, sevgi ve vefa olomuştur. Dava arkadaşları, Devrimci dost kurumlar çelenk ve çiçekleriyle ve bizzatihi katılarak dayımı son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

Bazı insanları anlatmak zordur. Paşa Karakoç'u anlatmak zordur, O'nu ancak yaşarsınız. Ne yazsak, ne kadar konuşsak eksik kalır. Bir yıldız kaydı ve biz geride kalanlar O'nun anılarıyla, O'nun şiir ve besteleriyle, O'nun değerleri ve ilkeleriyle yaşayarak, O'nu sonsuza kadar yaşatacağımızı çok iyi biliyoruz.

Seni Çok Seviyoruz, Seni Çok Özleyeceğiz ve Seni Asla Unutmayacağız Sevgili Dayıcığım...


Wednesday 26 June 2013

Cemaat-Kürtler ve Barış Sureci

Cemaat- Kürtler ve Barış Süreci
H. Selda Aksoy-26.06.2013

MİT'in PKK lideri Abdullah Öcalan'la İmralı'da başlattığı görüşme süreci sonucunda PKK lideri Öcalan'ın 2013 Amed Newroz'una gönderdiği açıklama ile Kürt cephesinde 'Barış Süreci' diye adlandırılan yeni bir döneme girildi.

Bu dönemde iktidar cephesinden henüz hiçbir olumlu adım atılmaksızın ve doğru-dürüst bir proğram ve açıklama yapılmaksızın, PKK askeri gücünü 'sınırların' dışına çekme kararı aldı. 8 Mayıs itibariyle gerillanın Güney Kürdistan'a çekilme girişimi neredeyse tamamlanmak üzere. PKK gerilla gücünü Ağustos ayına kadar tamamen Kuzey Kürdistan'dan çekmeyi hedefliyor.

Akp iktidarının Kürdistan sorununa yaklaşımı konusunda değişmeyen tutumu, Mart ayından bu yana önemli bir değişiklik göstermemiş, aksine Gezi olaylarında halka karşı mitingler düzenleyen Tayyip Erdoğan'ın Kazlıçeşme'de 'terörist başı' söylemiyle kendini daha da belirginleştirmiştir.

Akil insanlar diye adlandırılan bir grubun bölgeleri dolaşarak toplantılar yapması dışında bugüne kadar halka yansıyan önemli bir gelişmeye devlet 'barış süreci' adına imza atmış değil.

Toplumun önemsediği en can alıcı konu Mart ayından bu yana gerilla ve asker cenazelerinin gelmeyişidir. Bu elbette en önemli sonuçtur lakin, devletin gelenek haline getirdiği askerde Kürt gençlerini katletme ve kaza-intihar süsü verme uygulamasından tamamiyle vazgeçilmiş değil.
'Barış süreci' adı verilen ve Mart'tan bu yana fiili olarak devam ettiği iddia edilen süre zarfında da devlet TC'ye askerlik yapan Kürt gençlerini aynı yöntemle katletmeye devam etmiştir.

Diğer yandan gerillanın geri çekilmesi esnasında devlet fırsatçı davranıp, operasyonlar yapmış, yer yer gerillaları katletmiş ve Kandil'de, gerillanın medya savunma alanlarında heronlarının, uçaklarının taciz uçuşunu sürdürmüştür. Bu esnada gerilladan boşalan alanlara, özellikle de Kürdistan'ı ortadan bölen ulus devletlerin sınırlarına Türk devleti 130 yeni karakol yapımına hız vermiş ve böylelikle geri çekilen gerillanın ilerde bir daha sınırı geçip Kuzey kürdistan'a girme olasılığına tamamen engel olunmak istenmiştir. Bu arada Kürtlerin barış görüşmeleri yaptıklarını iddia ettikleri aynı devlet köy koruculuğu denen çete sistemini devre dışı bırakmak yerine, yeni korucu alımlarına da hız vermiştir.

Demokratik bir anayasa yapımı, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkı ve Kürt ulusunun toplumsal-siyasal hakları konularında anlaşılıyor ki Türk devletinin iktidar sahipleri henüz hiçbir adım atmamış, süreç sürüncemeye bırakılmış ve geçiştirme politikaları devreye sokulmuştur. Bundan rahatsız olan Kürt tarafı devletin daha fazla sorumluluk alması gerektiğini dile getirmiş, görüşmelerin birinci dereceden muhatabı olan PKK lideri Abdullah Öcalan bu konudaki endişe ve kaygılarını BDP heyetiyle ve kardeşi Mehmet Öcalan'la yaptığı son görüşmelerde 'barış sürecine 50% şans veriyorum' söylemiyle dile getirmiştir. Yine KCK yürütme kurulu adına Murat Karayılan'da devletin barış sürecini sabote etme endişesinden bahsetmiş ve güvensizliğini ifade etmiştir. Kürt halkının da bu yönde olan endişe ve kaygıları değişik platform ve yazılarda gündeme getirildiğinde de tepki gösteren ve 'barış sürecine karşı mısınız?' diye suçlayan yine Kürt siyasi aktörleri olmuşlardır.

Sürecin ikinci aşamasına geçildiği vurgusu da yine Demirtaş tarafından müjdelendi. Bilindiği üzere ve yaşadığımız çağda değişik ulusların yaşadığı onlarca barış görüşmesi ve ulusal sorun konusundaki çözümlerin örnekleri karşımızda durmasına rağmen Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının özgürlüğü konusunda devam eden barış görüşmelerinin açık müzakereye evrilmesiyle ilgili herhangi bir gelişme yaşanmıyor. Kapalı kapılar ardında verilen sözler ve taahhütler halktan, tüm toplumdan saklanmaya devam ediliyor.
Bu süreçte şaşırtıcı gelişmeler de yaşanmıyor değil. Özellikle de Abdullah Öcalan'ın Newroz açıklamasında başta Alevileri, gayrı-Müslümleri, Ateistleri de karşısına alma ve ürkütme pahasına Fetullah Gülen'e selam göndermesi ve 1000 yıllık Tük-Kürt İslam kardeşliğinden bahsetmesinin meyveleri toplanmaya başlandı diyebiliriz. Daha geçen yıl Kürtlere cihad ilan eden; 'Kürtlerin kökünü kurutun, altını üstüne getirin, evlerine ateş salın, çocuklarını esir alın, mevcudiyetleri ne kadar onların 500-600 olmasın, 5000 olsun- 50.000 olsun, bir avuç eşkiyanın hakkından gelin, kuşatın onları. Bu ardır, hakkı kötektir olan onların birliklerini boz, Allahım altlarını üstlerine getir, feryadı figan sar, köklerini kurut ve bitir. Siz Nato'nun en büyük ikinci askeri gücüsünüz, din adamlarını, öğretmenleri, yetişmiş devlet memurlarını salın ve gelecek kuşakları esir alın, 12 Eylül yapmışlar, binlerce insan zindanlarda can vermiş ve kimse gık diyememiş...' diye devam eden ve Türk devletine Kürtlere karşı Tamil benzeri toplu katliamı öneren fetvayı vermekte tereddüt etmeyen Gülen, geçtiğimiz günlerde Güney Kürdistan'da çıkan Kürt gazetesi Rûdav'a konuşarak, gazeteci Rebbah Kerim'in sorularını yanıtladı.

Bu röportajda Kürtçe ana dilde eğitim hakkının devletin hassasiyeti olduğunu ve yerine getirilmesi gerektiğini söyleyen Gülen, aynı zamanda Kürt ana-babaların çocuklarına resmi dil olan Türkçeyi de öğretmeleri konusunda hassas olmaları gerektiğini eklemeyi de unutmamış.

Bu gelişmeler yaşanırken hatırlanacağı üzere Gezi Direnişi ile ilgili de Tayyip Erdoğan'a ayar vermekten kaçınmamıştı Gülen. Türk ekonomisindeki gerileme ve borasadaki değer kaybını halktan gizlemek için Gezi direnişini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışan Tayyip Erdoğan'ın bundan sonraki süreçlerde dilinde ve tutumunda bir değişikliğie gitmesi beklenebilir. Ne de olsa büyük şef Gülen ayar vermiş ve olaya el koymuş gözüküyor.

Diğer taraftan BDP eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş'ın Milliyet Gazetesi'nden Serpil Çevikcan'la yaptığı röportajda son İmralı görüşmesinin detaylarıyla ilgili bilgiler vermiş. Demirtaş, Öcalan'ın devlete önerilerini bir mektupla ilettiğini söylediği görüşmede Öcalan'ın "Kürt sorunu Türkiye'nin bir demokratikleşme sorunudur, yasal, anayasal değişikliklere ihtiyaç vardır. Fakat bunları BDP, AKP destek vermek istiyorsa CHP ve başka partiler, sivil toplum örgütleri birlikte tartışabilmelidir." dediğini ve devlete 7 öneri sunduğunu ifade ediyor. Bu öneriler: "Anayasa ve yasal değişiklikler, kadın özgürlüğü ile ilgili bir komisyon kurulabilir diyor, Meclis dışı, sosyo-ekonomik konular, güvenlik problemleri, toplumun sivilleşmesi konusunda bir komisyon olabilir, ekoloji çalışmaları, hukuk komisyonu.

Bakalım Cemaat çevresinin Teyyip Erdoğan'la olan çekişmesi ve Gülen'in İslam birliğini hedefleyen takkiyeci Kürtçe anadilde eğitim açıklamaları biz Kürtlere ve 'Türkiye'nin demokratikleşmesine' ne derece etki edecek bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Diğer yandan Gezi Direnişi konusunda özellikle BDP'nin içine düştüğü 'aman hükümeti yıpratmayalım' tavrı ne derece kalıcı olacak bu da ayrıca merak edilen bir diğer konu. Tüm pratik deneylerin de gösterdiği gibi, masada rakibinin elini zayıflatıp- kendi elini güçlendirmek isteyen siyaset gereği BDP, Gezi direnişine omuz verip, gerçek demokratikleşme çabalarına hız verecek mi, yoksa kapalı kapılar ardında sürdürülen ve halktan gizlenen çözümlere bel bağlayıp bu arada halka zulmeden Erdoğan hükümetine daha fazla destek vererek masada da kaybetmeyi ve gerçek dostları olan Türkiye'nin ezilmişlerine sırtını dönüp onları da kaybetmeyi göze alacak mı, göreceğiz.