Thursday 22 August 2013

ÇÖZÜLEN KÜRT SORUNU MU? KÜRT HAREKETİ Mİ?

ÇÖZÜLEN KÜRT SORUNU MU? KÜRT HAREKETİ Mİ?
H.Selda Aksoy
21.8.2013

Geçtiğimiz sene 12 Eylül'de PKK ve PAJK'lı tüm Kürt siyasi tusakların başlattığı ve 68 gün boyunca sürdürdüğü süresiz açlık grevinin yankıları tüm dünyada duyuluyor ve tartışılıyordu. Grevin etkisiyle gerek ülkedeki ve gerekse de diasporadaki Kürtler, her zamankinden daha hızlı ve daha aktif bir biçimde sosyal medyayı kullanmaya başlamış, lobicilik ve diplomasi faaliyetine girmiş ve dünya insan hakları örgütlerini, değişik ülkelerin parlamentolarını, dünyaca ünlü aydın, sanatçı, bilim insanı ve siyasetçileri, daha da önemlisi dünya ezilen halklarının önemli bir bölümünü, Kürt meselesi konusunda Kürtlerden yana tutum almaya ve KCK tutsaklarıyla dayanışarak, sömürgeci-tekçi Türk devletini kınamaya ve soruna çözüm üretmeye zorlamışlardı.

Dünya'da belki de ilk kez sömürgeci Türk devletini Kürdistan ve Kürt sorunu konusunda bu kadar sıkıntıya sokan, halkların desteğini en yüksek düzeyde alan başka herhangi bir olayın olduğunu da hatırlamıyorum ki buna; Roboski katliamı da dahil, Paris'de Sakine, Fidan ve Leyla arkadaşların katledilmesi de. PKK’li ve PAJK’lı tüm tutsaklar, “Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları bir an önce yaratılmalı ve tecride son verilmelidir. Kürt halkının anadili üzerindeki inkâr, imha ve asimilasyon politikasına son verilmelidir. Anadilde eğitim ve mahkemelerde savunma yapmanın önündeki her türlü yasak ve engel kaldırılmalıdır” şeklinde duyurdukları talepleri gerçekleşene dek süresiz dönüşümsüz açlık grevine devam edeceklerini ve görüşlere çıkmayacaklarını duyurdular.

Grevin ana taleplerinden biri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tecrit koşullarının kaldırılması, sağlığı ve güvenliği iken grevin 68. gününde avukatlarıyla dahi görüştürülmeyen, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tek talimatıyla grev anında sonlandırılmış oldu. Hiçbir kazanım elde edilemeden grev bitirildi ve sakat kalan, sağlığı bozulan tutsakların ne için sakat kaldıklarının da cevabı aranmazken tek kazanımın PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Kuzey Kürdistan'daki Kürt halkının temsilcisi olduğunun Türk devletine deklare ve kabul edilmesi tek kazanım olarak sunuldu ve bununla yetinildi.

Arkasından 9 Ocak'da Paris'de PKK'nin kurucularından ve Kürt Kadın Hareketinin mimarlarından ve öncülerinden olan Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'e dönük siyasi cinayet de Kürt halkının, Kürt ve Kürdistan sorununun dünya kamuoyunun gündemine yeniden sokulmasına vesile olmuş, Kürtler akın akın Paris sokaklarını işgal etmiş ve cinayetin hesabını hem Fransa devletine ve hem de Türk sömürge devletlerine sorulmuştu. Daha Sakine'lerin cenazesi yerdeyken Kürt hareketi 'bakın biz barıştan yanayız, hiçbir provakasyon ve olay olmadan cenazelerimizi kaldırıyoruz' mesajları vererek Sakine ve arkadaşları son yolculuklarına uğurlamaya gelen milyonların tepkileri ve öfkeleri bir nevi bastırılmış ve sonraki 7 ay içerisinde de cılız sesler dışında bu cinayeti sorgulayan, üstüne giden ve hesap soran neredeyse kalmamıştır. Olay böylece sauşturulmuş ve cinayetle birlikte komutan Sakine, diplomat Fidan ve gençlik temsilcisi Leyla da unutulmaya terk edilmiştir.

2011 Aralık'ının son gününde 34 Kürt gencini Roboski'de savaş uçaklarıyla bombalayan Türk devletine karşı tepkiler en had safhaya çıkmış durumdayken 'barış süreci' adı verilen ve 5 aydır devam ettiği iddia edilen süreçle beraber, olay yine birdenbire sanki önemini kaybetmiş ve bu cinayetler de tıpkı Paris katliamı gibi unutulmaya terkedilmiştir. Roboski'li aileler en son BDP'nin aracı olmasıyla R.T. Erdoğan ile iftar sofralarına oturmaya mecbur bırakılmış ve bunun neticesinde Erdoğan herzamanki demagojilerini sıralayarak, bırakın sorumluluk almayı ve sorumluları cezalandırmayı, olay Papua Yeni Gine'de veya Mars'da olmuş gibi dışardan sorumlu arama çabalarına girişmişti. Roboskili aileler ise hala cezalar almaya, evlatlarını yitirenler gözaltına alınmaya, para cezalarına maruz kalmaya devam etmekte.

Newroz 2011'de başlayan sivil cuma namazları ırkçı ve tekçi Türk devletini her açıdan zorlayan bir eylem biçimiydi. Öyle ki Kürtler devletin camiilerine girmeyerek ve Diyanet'in imamlarının arkasında saf tutmayarak devletin İslam'ın Sünni mezhebini devlet dini haline getirmesine ve resmi olarak bu dini hergün devlet eliyle yeniden üretmesine ve Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak dinin devlet eliyle üretilmesinin sadece ve sadece Türkleştirmeye yaradığına olan tepkilerini en iyi biçimde ortaya koydular. Bu namazlarda Ezidi, Alevi ve diğer inançtan Kürdistanlılar da Müslüman Kürtlere destek vererek, sokata saf tutarak tekçi anlayışa karşı itaatsizliklerini, tepkilerini ortaya koydu ve haklı ve anlamlı olan bu eylemi büyüterek tam iki yıl boyunca sürdürdüler. Türk-İslam sentezci ırkçı ve ayrımcı Türk devletini siyasi tutsakların açlık grevilerinden sonra en fazla zorlayan eylemlerden biri de bu sivil cuma eylemleri oldu. Bu eylem de 2013 Newroz'unda açıklanan sözde 'barış süreci'ne kurban edilerek Kürt hareketinin iradesi ve istemiyle ortadan kaldırıldı.

HDK'nin kurulması Kürdistan açısından bir fark içermese de, Türkiye'nin batısında yaşayan Kürtler ve diğer devrimci, sol, sosyalist, muhalif, ötekileştirilen ve yok sayılan tüm kesimler açısından önemli ve hayati bir önemde idi. HDK tabiri caizse taktiksel bir yan yana geliş değil, Kürt hareketini emek hareketiyle, diğer ezilen hareket ve gruplarla, sisteme muhalif ve yok sayılan inanç, cinsiyet, etnisite ve kimliklerin hepsini kucaklamayı hedefleyen önemli ve büyük bir projenin adıydı. Burada başta kadınlar olmak üzere siyasal İslamcı ve emperyalizmin uşaklığını yapan, piyasacı AKP hükumetine ve kurulu Türk devlet düzenine karşı farklılıklara eşit mesafede yaklaşan, ezilene pozitif ayrımcı davranma ilkesine sahip, farklılıkların bir arada eşit ve özgür yaşayabileceğini savunan ve bunu pratikte hayata geçiren-geçirmek isteyenlerin projesinin adıydı.
Bu proje de Gezi olaylarında BDP'nin 'hükumeti yıpratmak isteyenler'le bir araya gelmemesi ve eyleme ehven-i şer destek sunması sonucu tüm inandırıcılığını geniş halk kesimleri nezdinde yitirmiş, güdük, zayıf ve ana projeden hayli uzak noktaya düşerek sakat bir doğumla ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şu an HDP diye adlandırılan yapının Kürt hareketinin güdümünde ve emek hareketiyle bağı kopmuş, sol-sosyalist yapıyı da temsil etmeyen bir konuma itilmiş durumdadır değerlendirmesini yapmak sanırız gerçeklere aykırı bir değerlendirme olmaz. Yani kısacası ilkesel ve hayati bir ihtiyaç olan bu proje, yerini taktiksel bir seçim ittifakı partisine dönüştürerek yol almaya çalışmaktadır.

Temmuz 2011'de Kuzey Kürdistan'da başlatılan ve o dönemler 'halk devrimi' diye adlandırılan gerilla atılımı karşısında da yüne sömürgeci Türk devleti bir hayli zorlanmış ve Kürt Özgürlük tarihinde hiç görülmemiş düzeyde bir halk desteğinin yaratılmasına vesile olmuştu. Bu hamle de sözde 'barış süreci' sonunda bitirilmiş ve gerillalar yerlerini terk ederek sınırların dışına çekilmişlerdir.

Peki tüm bunlar ne karşılığında feda edilmiştir? Bu sorunun cevabı hepinizin malumu adına 'barış süreci' denen ama kitlelerin anlamakta ve anlamlandırmakta zorlandığı, Kürt tarafının kendi kendine oynadığı ama devlet tarafının pek yanaşmadığı, sonuçları Kürtler başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan halklarına yansımayan veya herhangi bir olumlu sonucu da henüz bulunmayan, Kürtlerin derdine deva olamamış, olması da bu biçimde beklenemeyen bir MİT-Öcalan görüşmelerine heba edilmiştir.

Kürt sorununun çözümü konusunda gelinen aşamada devletin herhangi bir iyi niyetinden veya olumlu adımından bahsetmek olası bile değil. Kürt tarafının adına çözüm süreci dediği şey Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının statüye kavuşup özgürleşmesine zerre kadar katkı sunmuyor olmakla beraber, gerillalarının büyük kısmını sınır dışına çektiğini belirten Kürt Hareketi çözüm sürecinde Türk devletinin tavrına rağmen ısrarlı olacağını her fırsatta yeniliyor. BDP Eşgenel başkanı Gültan Kışanak, 'AKP bu süreçten çekilse de biz süreci devam ettireceğiz' şeklinde açıklama yaparken, KCK yürütme kurulu üyelerinden Mustafa Karasu tamamen farklı şeyler söylüyor.
Türk başbakanı R.T.Erdoğan'ın en son Kürtçe üzerindeki yasakların kalkmayacağını, ana dilde eğitimin olamayacağını, bunun devleti bölmek anlamına geldiğini, resmi dilin Türkçe olduğunu, KCK tutsaklarının salıverilmesinin mümkün olmadığını, seçim barajının düşürülmeyeceğini, Kürtlerin Rojava'da bir statüye kavuşmasının 'Türkiye'nın sınırlarında olacak herşey bizi ilgilendirir böyle bir şeyi kabul edemeyiz' şeklindeki açıklamalarını ve bu nedenle El Nusra çetelerini silahlandırıp Kürtlerin üzerine saldığını hepimiz yakından takip ediyoruz.

Tüm bunları elbette Kürt hareketinin siyasi aktörleri de yakından takip edip ona göre kendi durumlarını yeniden tartışıyor ve kamuoyuna açıklamalarda bulunuyorlar. En son Murat Karayılan ve Cemil Bayık'tan sonra Mustafa Karasu'nun da bu konuda açıklamalarda bulunması önemli. Karasu, açıklamasında devletin tavrını eleştirip Kürt hareketinin atması gereken adımları attığını ama buna mukabil devletin iki yüzlü ve çıkarcı davrandığını ve kendilerinin daha fazlasını yapmaları halinde her aklı başında bireyin, “devlet ne yaptı ki siz bu adımları atıyorsunuz?” Diye sorması gerektiğini söylüyor.

Biz de kendimizi her aklı başında birey gibi farzedip daha önce defalarca sorduğumuz soruyu soralım o halde: Sayın Karasu sahi devlet ne yaptı ki gerillaları sınırın dışına çektiniz? Bir iyi niyet ve samimiyet göstergesi olarak belki İmralı'da Öcalan'la MİT'in görüşmeleri bir barış sürecine, bir müzakere sürecine evrilebilir diye adım attınız tamam ama bu süreç denen olgu neden hala sadece İmralı ile Mit arasında cereyan ediyor da barış ve müzakere sürecine dönüşmüyor. Bunun tarafları neden hala belirlenmiyor? En azından Kürt tarafı neden kendi temsilcilerinin belirlemekten aciz davranıyor? Neden, 14 yıldır içerde tutsak olan PKK lideri sayın Öcalan'a tek kurtarıcı ve mesih gibi yaklaşılıp, herşey O'na havale edilip, işin kolaycılığına kaçılıyor? PKK hareket olarak, bir taraf olmayı neden istemiyor? BDP Kuzey Kürdistan'da meşru-legal mücadele eden bir Kürt siyasi partisi olarak neden Kürt tarafının masadaki bir temsilcisi olmaya katılmayı dilemiyor? Sivil toplum örgütleri, İnsan Hakları örgütleri, sendikalar ve Kürt sorununun eşitlik ve özgürlük temelinde çözümünden yana olan ve bu konuda Kürtlere destek veren Türkiyeli diğer tüm sol-sosyalist-muhalif çevreler neden bu masaya oturamıyor Kürtlerin yanında? Dahası başta Avrupa'da diasporada olan Kürtler neden kendilerinin temsil edecek yapıyla o masaya oturmayı dayatamıyor veya dilemiyor? Daha önce de belirttik, Kürt tarafının temsilcileri bu yukarda saydıklarımızın tümüdür, devlet tarafı kimi belirler orası bizi fazla enterese etmiyor. Ama süreç dediğiniz şey Kürt halkının lehine değil aleyhine işlemeye devam ediyorken ve sizler bunu herkesten daha iyi okuyorken, neden hala umudu İmralı'daki görüşmelere bıraktığınızı anlamak inanın imkansız görünüyor. Bu görüşmelerin müzakereye dönüşmesinin koşulları neden salt tek başına Öcalan'ın sağlık ve güvenlik koşullarına ve şu anki konumunun düzeltilmesine indirgeniyor? Müzakere denen şey bu mudur, yoksa dünyada yaşanan diğer tüm müzakereler yanlıştı da bu Kürtlere has bir tarz mıdır?

Aleviler için AKP'nin yaklaşımını ifade ederken: “Alevilik konusunda da benzer bir yaklaşım içindedir. Alevilerin devlet tarafından gasp edilen haklarını tanıyacağına, Aleviliği nasıl kendi olmaktan çıkaracak onu düşünüyor. Diyanetin bütçesi yoluyla nasıl ki imamları devletin savunucusu konumuna getirmişlerse; şimdi aynı şeyi dedeler, pirler ve seyitler ve Alevilik için de yapmaya çalışıyor. Aleviliği tamamen devletin yedeğine sokmak istiyor. Zaten Aleviliği devletin içine sokarak devlet dışı toplum olmasını ortadan kaldırmak isteyen keklik soylu Aleviler var. Devletin, yani Hızır Paşa’nın sofrasına oturmak isteyenler var. Tayyip Erdoğan bunu görmüş, bazı Alevilerin önüne kırıntılar atarak hizmetine koşturmak istiyor. Öküze bir tutam ot uzatıp boyunduruğa koşmak gibi şu dedelere maaş almayı kabul ettirirsem bu iş biter diye düşünüyor. Aslında yanlış da düşünmüyor. Çünkü dedelere, pirlere maaş bağladığı an Alevilik bitirilmiş demektir. Artık toplumun pirleri değil, devletin pirleri olunacaktır. Kürtleri Türkleştirme politikasının bir benzeri de Alevilere uygulanmak istenmektedir.” derken ve Alevi Dedelerini, Pirlerini, Seyitlerini bir tutam ota fit olacak öküz benzetmesiyle aşağılarken, sivil cumaların neden bitirildiğini, Diyanet'de kaç bin Müslüman Kürdün Alevilerin de vergileriyle maaş alarak çalıştığını, bin yıllık İslam kardeşliğinin ne anlama geldiğini halklara ve başta da iktidar derdi olmayan ama kurulu sistemin ve iktidar eden tüm dinlerin en büyük düşman saydığı mazlum Aleviliğin ve Alevilerin bu İslam kardeşliğinden paylarına ne düştüğünü açıklayabilir misiniz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: sayıları 20.000'leri bulan ve kendi halkına-kardeşlerine karşı savaşan korucuların kaç tanesi Alevidir? Yüzyıllardır katledilen, yakılan, pişirdiği haramdır diye ayrıştırılan, mum söndürdü diye iftiralara uğrayan, cemi-cemiyeti yüz yıldır yasaklanan, tüm mal varlıklarına el konulup, zorla Müslümanlaştırılmaya ve asimile edilmeye çalışılan, Cemevleri cümbüşevi diye tarif edilen, bir Alevi öldürenin cennete gideceğine inanılan ve buna rağmen kendi inancından taviz vermeyen, koruculuğu hiçbir koşul ve şart altında kabul etmeyen, silah alıp kendi halkına karşı savaşmayı reddeden Aleviler midir bir tutam ot uzatıldığında boyunduruğa koşmaya hazır olan, yoksa bu İslam kardeşleriniz midir? Neyse uzatmayalım zaten 'barış süreci' diye açıklanan süreç başladığında 'orta kadrolarımızı ikna edemiyoruz' diyen PKK hareketinin, bu orta kadroları nasıl olup da Mayıs'ın 18'inde kendi birliklerini geriye çekmeye ikna ettikleri, bu orta kadrolar denen saha ve alan komutanlarının bu sürece nasıl ikna edildikleri konularının tümünün bu meselelerle: 'Misak-ı Milli' ve 'bin yıllık İslam kardeşliği' meseleleriyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.

Gelelim Kürtlerin Rojava'daki haline. PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm iki kez Türkiye'ye ziyarete geldi ve her ikisinde de MİT yetkilileriyle ve hükumet temsilcileriyle bir araya geldi. İlk görüşmeden son derece memnun ayrılan Müslüm, 'kendimizi anlatma olanağı bulduk, umutluyum' açıklaması yaparak döndü. İkinci görüşmede de 'insani yardım için sınır kapısının açılması' konularını görüştüklerini açıkladı. Rojava Devrimi diye adlandırılan ve Kuzey Kürdistan atılımıyla eşzamanlı başlayan süreçte Kuzey Kürdistan birliklerinin 'barış süreci' dolayısyla çatışmasızlık sürecine girip, birliklerinin önemli kısmını sınırın (Kürdistan'ı bölen suni sınırlar) dışına çekerken, Rojava'da mücadele tüm hızıyla devam etti, ediyor. ÖSO denen çete yapılanmasına haklı olarak mesafeli duran PYD güçleri üçüncü bir taraf ve alternatif olarak Güney-Batı Kürdistan'da birlikte yaşadığı tüm halklara umut ve alternatif olmaya başladı. Yerelde de iyi örgütlenen ve halkın taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek düzeye gelen PYD'nin ÖSO ile ittifak yapmaması ve yan- yana durmaması halklar nezdinde de hareketi daha inandırıcı ve haklı kılmada önemli bir işlev gördü. Bu temelde PYD dış kamuoyuna şu mesajı vermiş oldu: Diktatör BAAS rejimine ve Esad'a karşı, İslam devleti kurmayı tahakkum eden ÖSO'yu desteklemenin, ne Kürtler ve ne de bir arada yaşadığımız, Arap, Türk, Keldani, Süryani ve diğer halklar açısından bir kazanım olamayacağı ve halklarrın kendi kendini yönetebileceği, bir arada eşit ve özgür yaşayabileceği Özerk bir Güney-Batı (Rojava) Kürdistan modelinin akla en uygun seçenek olduğu' mesajını verdi.

Emperyalistlerin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme çabalarında emperyalistlerin çıkarlarından azade, halkların seçeneği ve umudu olması bakımından bu duruş takdir edilecek ve savunulacak noktadayken, DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk'ün Amerika'daki temaslarına ilişkin BBC Türkçe Servisi'nden İlhan Tanır'ın haberine göre, sorulara verdiği cevaplarda 'Suriye konusunda Amerika ile hemfikir olduklarını' ve 'Suriyeli Kürtlerin de diğer Suriyeli muhaliflere katılmasıyla bir çözümün mümkün olacağını' söyledi deniyor. Aynı haberde, 'Bütün grup ve inanca sahip olanların bir arada olacağı demokratik bir yapının Suriye'yi kurtaracağına inandığını ifade eden Türk, Suriye'deki Kürtlerin sürecin dışında kalmasının Türkiye'deki barış sürecini de olumsuz etkileyeceğini ileri sürdü' denilmekte.
Tabiri caizse sayın Türk, gündemi ve PYD'nin üçüncü seçenek olarak ortaya koyduğu projesini ve ona uygun duruşunu da altüst eder tarzda ve emperyalistlerin bölgeyi yeniden dizayn etmesine hizmet eden, destek sunan tarzda bir çözümün içinde olmayı öneriyor PYD'ye. PYD'nin orada bulunan muhalefete katılması gerektiğini söylerken, Kürtlerin kalbini çıkarıp yiyen barlarlara yani kendi katillerine omuz vererek Esad'ı devirmek ve başta ABD ve diğer emperyal güçlerin lehine bölgeyi yeniden dizayn etmeye yarayacak bir İslam devletinin kurulmasının Kürtleri kurtaracağına ya inanıyor ya da fazlasıyla pragmatist davranıp böyle bir desteğin verilmesi halinde ABD ve emperyal müttefiklerinin Kürtlerin kendi haklarını almaları konusunda biraz daha ılımlı davranıp destek vereceklerinin hayallerini kuruyor olmalı.

Kürtler otonomi istiyor mu? Sorusuna, 'artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, demokratik özerklik veya demokratik otonomi olabilir. Önemli olan Kürtlerin bir statüye kavuşmasıdır' dedikten sonra anadille ilgili soruya verdiği cevapta da“Orta Doğu'daki 4 ülkede de yaşayan Kürtlerin yüzü Türkiye'ye dönüktür. Çünkü bin yıllık geçmişimiz vardır” demeyi de ihmal etmeyerek sorunu yine bin yıllık İslam kardeşliğini referans alarak çözme yolunu seçiyor. Burada yine sormak istiyoruz: bu İslam kardeşleriniz kimlerdir? Halkımızı, kardeşlerimizi diri diri ateşe atan, kalbini çıkarıp yiyen ve kadınlarımıza tecavüz edenler ve onları besleyip Kürtlerin üzerine salan takkiyeciler mi? Madem bin yıllık İslam kardeşliğiniz vardı, o halde sivil cumalar neden yapıldı? İslam kardeşliğinizin bir Alevi, bir Süryani, bir Ermeni veya bir Ateist için ne anlama geldiğini, gelebileceğini tahmin edebiliyor veya hesaplayabiliyor musunuz? İslam kardeşliğiniz üzerinden ve Misak-ı Milli üzerinden bir araya gelecektiniz madem, Türk-İslam sentezini en baştan kabul edeydiniz de bizim 40.000 evladımız, kardeşimiz 'Özgür Kürdistan' için hayatını kaybetmeyeydi. Coğrafyamız kan gölüne dönmeyeydi, 5000 köyümüz yakılıp-yıkılmayaydı ve milyonlarcamız yurdundan sürgün olup, el kapılarında dilenmeyeydi. Roboski ile ilgili soruya ise, ona zaman kalmadı türünden vicdanlara sığmayacak yanıtlar veriyor sayın Türk. Kürtler adına konuşmayı ve Kürtlerin temsilcisi olmayı onurla taşıdıklarını savunanlara sormak istediğim bir şey daha var ki o da şu: Kürtlerin ayrı ve bağımsız bir devlet istemediklerini nasıl- nerden çıkarıyorsunuz? Kürt halkına bu konuda gidildi mi, herhangi bir referandum yapıldı da bizim mi haberimiz yok? 50 milyon Kürt neden yüzünü faşist Türkiye'ye dönmüş olsun? Yoksa faşist ırkçı- tekçi TC, İran'dan, Suriye'den ve Irak'tan daha mı mazlumdur, Kürtlere karşı daha mı şefkatli veya adil davranmıştır? 20 bin faili devlet cinayeti hangi kardeşleriniz yaptı? 5000 köyümüzü hangi kardeşleriniz yakıp-yıktırdı? Herhalde gayri Müslümler, Aleviler, Süryaniler, Çingeneler, LGBT bireyler, Sosyalistler, mazlumlar değil bunlar.

Görünen o ki ard arda gelen tüm bu çelişkili ve biri diğerini tutmayan, birbirini reddeden ve boşa çıkaran tutarsız açıklamalar, çözülen şeyin son 8 aydır Kürt hareketinin yaşadığı ruh halinden, yalpalamadan ve kararsızlıktan kaynaklı Irak savaşında bile emperyalistlerle yan yana durmayan ve üçüncü bir yol olmayı seçen Kürt Özgürlük Hareketi'nin kendi özgün duruşu olmaya başlamıştır. Yoksa ortada Türk ırkçı devletinin Kürt sorununa dair herhangi bir çözümüne tanık olamamakla birlikte, emperyalistlerin Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının hakları konusunda Milletler Cemiyeti'nden bu yana takındıkları böl-parçala-yönet tavırlarında da herhangi bir değişiklikten bahsedemiyoruz. Kürdistan'ın dört parçaya bölünmesinin birinci dereceden müsebbibi olan bu güçlerin bugün Ortadoğu'yu mezhepler temelinde bölerek, siyasal İslamı kendi yedeklerine alıp, kullanma hevesleri Rojava'da Kürtlere ve Alevilere uygulanan zulümle ayan beyan ortadadır. Devlet, Kürtlere psikolojik harp uygulamakta ve yapıyı bir bütün olarak yıpratmaktadır. Bunda başarılı olduğu da bu son 8 aylık süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durumda haklı olarak korkumuz, çözülecek gibi görünen şeyin, Kürt halkının ambargo konan ve gaspedilen haklarının iadesi ve Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi meselesi değil de, 35 yıllık mücadelesini zaferle sonuçlandıracağını umud ettiğimiz ve beklediğimiz Kürt hareketi olmasın? diye sormak boynumuzun borcudur.

Saturday 17 August 2013

ULUSAL KONGRE'DEN BEKLENTİLER

ULUSAL KONGRE'DEN BEKLENTİLER
17.08.2013- H.Selda Aksoy

24-26 Ağustos'da gerçekleşmesi beklenen ama hazırlıkları Rojava'da Kürtlere uygulanan katliamlardan dolayı tamamlanamadığı için iki hafta ertelenen Kürt Ulusal Kongresi hepimizin uzun süredir beklediği ve hepimizi fazlasıyla heyecanlandıran bir girişimdir.

Bu kongrede tabiri caizse Kürtler kendi kaderlerine yön verecek kararlar alacaklar veya bu konudaki tutumlarını netleştirecekler. Kürtler dört parça Kürdistan'da sömürgeci devletlerin zulmü altında yüzyıldır inliyorlar. Bu kongrede dört parça Kürdistan'daki Kürtlerin temsilcileri, politik aktörleri, toplum önderleri bu gidişatı tersine çevirebilecek bir yan-yana gelişi, akıl-fikir birliğini ve dolayısıyla politikada ortaklaşmayı sağlayacaklar mıdır, yoksa siyaseten parçalı duruşu devam ettirip, Kürtlerin dört parça Kürdistan'da sömürülmesine, asimile edilmesine ve zulme maruz kalmasına göz mü yumacaklardır? Asıl sorun budur.

Kürtlerin siyaseten parçalı duruşu elbette Kürdistan'ın emperyalistler eliyle ve bölgedeki sömürgeci ulus devletler tarafından dört parçaya bölünmesinden bağımsız ele alınamaz. Kürtlerdeki parçalı duruş tam anlamıyla Kürdistan'ın parçalanmışlığıyla doğrudan bağlantılı bir sonuçtur. Bu Kongre tam da bu sonucu tersine çevirebilmek için zorunlu ve hayati bir anlam taşıyor.

Kongreye davet edilecek parti ve yapıların yanı sıra Kürt akademisyenleri, Kürt aydınları ve Kürt medyasının da katılımcı delege olarak yer almaları önemli ve üzerinden atlanmaması gereken bir konu.

Bu kongreden beklentiler çeşit çeşit olsa da öz itibariyle sanırım dünyadaki tüm Kürtlerin ortak beklentisi Kürtler arası birliğin sağlanması ve bu birliğin Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi, Kürtlerin özgürleşmesi konusunda mutabık kalmasıdır.

Bu konuda araç-yöntem-siyaset farklılıkları olması elbette son derece doğaldır. Lakin, bu farklılıkların en asgari düzeye çekilmesi ve bugünün ihtiyaçlarına göre Kongre'den çıkacak iradenin Kürtlerin siyasal ve sosyal öncülüğünü üstlenecek bir üst yapıya kavuşturulması gerekiyor. Kürtlerin tüm farklılıklarını zenginlik olarak kongreye katmak, tüm Kürtleri temsil edecek ve oradan ana hatlarıyla tüm Kürtleri tatmin edecek kararlar çıkarabilmek kongreden beklenendir.

Kürtlerin temsiliyeti hesaplanırken inançsal farklılıkların da hesaba katılması şarttır. Kongreye katılacak olan İslami Kürt yapıların ve partilerin (ki bunların sayısı oldukça yüksektir) yanısıra Ezidi Kürtlerin, Alevi Kürtlerin, Hristiyan ve Musevi Kürtlerin ve diğer inançlara sahip Kürt temsilcilerinin atlanmaması gerekir. Tüm bunlar ulusal birlik açısından ilerde gelişebilecek tartışmaların ve hazımsızlıkların önünü keseceği gibi, kurulmak istenen birliğin de gereğidir.

Kürtleri tatmin edecek kararların başında Kürtlerin ulusal olarak bir statüye kavuşturulması sorunu gelmektedir. Bu konuda Kuzey Kürdistan'daki Kürt yapılarının önemli bir kısmı başta olmak üzere 'ulus devlet istemiyoruz' diye tarif edilen ama ne istediğini de tam tarif etmeyen flu duruşun netlik kazanması gerekiyor. Buna örnek olarak BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın iki gün önce katıldığı bir tv programında 'Kürtler ne istiyor?' sorusuna mukabil söylediklerine bakmamız yeterlidir: 'Bağımsız devlet kurmak başka birşeydir, ulus devlet kurmak başka birseydir. Kürtlerin, ulusların kendi kaderini tayin hakkından kaynaklı ayrı devlet kurma hakları vardır. Ama biz ulus devlet kurmak istemiyoruz, Ulus devlet halkların başına beladır. Velev ki, bağımsız bir Kürt devleti kurulsa bile, modeli ulus devlet olmamalıdır. Biz, Türkiye sınırlarında bir arada eşit ve özgür yaşamak istiyoruz...'

Lafı evirip çevirmeden sormak istiyorum: Kürtler devlet kurma haklarını neden kullanmak istemesinler? Bunun nasıl bir devlet modeli olacağına karar verecek olan da yine Kürtlerse ulus devlet modelini Kürtlere dayatan mı vardır ki, ille de ayrı- bağımsız devlet kurma hakkını ulus devletle özdeşleştirip öteliyorsunuz? Kürtler nasıl bir devlet kurmak istedikleri konusunu veya sömürge devletlerden ayrılıp ayrılmama konusunu neden sadece ulus devlet üzerinden tartışmak zorunda kalsınlar? Dünyada birtek ulus devlet modeli olmadığını sayın Demirtaş ve temsilcisi olduğu siyasal akım herkesten iyi bildiği halde, neden federe devlet, otonom devlet modelleri üzerinde tartışmak yerine ille de Türkiye'nin sınırlarına mutabık kalan bir seçeneğe hapsolarak tartışmak zorunda bırakılıyoruz? Özerk yerel yönetimler tarifi yerine ayrı otonomileri olan devlet modeli neden tartışılmıyor? Bu soruları çoğaltmak mümkündür fakat görünen o ki, Kuzey Kürdistan'daki Kürt hareketi kendini fazlasıyla 'barış sürecine' vakfetmiş ve oradan 90 yıllık Türk ulus devletinin kurucu aklının değişeceği ve Kürtlere özerklik tanıyacağı hayaline kapılmıştır. Ne yazık ki, Türk cephesinde işlerin hiç de böyle yürümediğini yine Kürt özgürlük hareketinin öncüleri dile getirmektedirler.

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Newroz 2013 açıklamasıyla kamuoyuna Kürt Hareketi tarafından deklare edilen 'Barış Süreci'nin başlamasından bu yana Kürtler açısından neler değişti hepimizin malumu.

18 Mayıs itibariyle Kürt tarafı gerillalarının önemli bir kısmını sınır dışına (Kürdistan'ı bölen sahte sınırların) çekti. Artık çatışma yok, bu en iyisi.

Devlet ve Akp hükümeti cephesinden ise, barış sürecine dair hiçbir olumlu adım henüz yok. Akil İnsanlar komisyonu diye bölgelere gönderilenlerin bir kısmı da Gezi Direnişi'ne devletin gösterdiği vandalizm ve şiddet tavrından dolayı istifa ettiklerini açıklamalarıyla o çalışma da bir nevi durmuş oldu. Ya da devam ediyorsa bile halka yansıyan birşey yok. Anayasa uzlaşma komisyonu henüz ortak kapsayıcı bir anayasa taslağında anlaşabilmiş değil.

Bırakalım Kürtlere statü tanımayı, seçim barajının ortadan kaldırılması veya düşürülmesine dahi yanaşmıyor iktidar. Kürtçe dilinde eğitim konusunda devletin iki yüzlü, inkarcı tavrı aynen devam ediyor.

Kürdistan'da sömürgeci devletin karakollarının yapılmasına devam ediliyor. Batı'da Kürtlere linç girişimleri devam ediyor. Ana akım medyada görece bir uslüp ve dil değişiminden bile söz etmek neredeyse imkansız çünkü o değişimi yaşayanlar veya tercih eden gazeteci ve yazarlar zaten bu süreçten önce de varlardı.

Kürt cephesinden 15 Ağustos atılımı dolayısıyla üst üste gelen mesajlar Kürt tarafının süreçten rahatsızlığını açıkça ortaya koyuyor. En son KCK Yürütme Kurulu Başkanı Cemil Bayık ve HPG Anakarargah Komutanı Murat Karayılan'ın bu konudaki endişelerini röportajlardan okuduk.

Bu durumda sömürge devletlerden Kürtlere statü tanımalarını beklemek yerine, Kürtlerin ulusal kongrede kendi kaderlerini tayin etmeleri konusunda bir birliğe varmalarını beklemek sanırız hakkımızdır. Bu yönde çıkacak bir karar, sömürge devletleri de harekete geçirecek ve paniklemelerine yol açacaktır. Aksi takdirde 'barış süreci' diye ifade edilen ve Kürt tarafına psikolojik harp olarak uygulanan; sürümcemede bırakma, yok sayma, tanımama, muhatap almama, yıpratma sürecinin Kürtlere getireceği bir şey olmadığı gibi, bu güne kadar kazanılmış halk desteğinin de giderek zayıflamasına, Kürt halkında moral bozukluğuna ve pasifizmine sebep olacaktır. Nüfusu 40-50 milyon olan Kürt halkının ulusal kongresinde bağımsız bir Kürdistan kurma hakkını karar altına alması başta BM olmak üzere uluslar arası arenada da tartışmalara neden olacaktır. Bu tartışma Kürtlerin yararına olacaktır çünkü nüfüsü 40-50 bin olan uluslara devlet kurma hakkı tanıyan bu yapıların, 50 milyonluk Kürt realitesini yok sayması beklenemez. Kürtlerin ilkesel olarak bağımsız devlet kurma haklarını ulusal kongrede karar altına almaları, bulundukları bölgelerde federe devlete razı olmayacakları anlamını da taşımaz. Yani şöyle ki nihai hedef bağımsız bir Kürdistan olmakla beraber, bugünün şartlarında Kongre dört parça Kürdistan'a özgü öznel hedeflerini gerçekleştirme konusunda bir politikaya, ve esnekliğe sahip olabilir.

Rojava'daki durum Güney Kürdistan'ın ortaya çıkmasına benzer bir süreçte işlemektedir. Rojava'nın kaderi giderek federe bir Suriye içerisinde özerk bir Güney- Batı Kürdistan bölgesi ve yönetimini artık neredeyse zorunlu kılmış ve dayatmıştır. Bu nedenledir ki sömürge devletler Türkiye ve İran hemen devreye girip PYD lideri ile görüşme yapmaya başlamışlardır. İran bundan kendine pay çıkarabilecek siyasal akla ve deneyime sahip bir ülkedir. Suriye'de Esad rejiminin yıkılmasının İran'a tehdit oluşturduğunu bilecek kadar deneyime sahiptir ve bundan dolayı da Kürtlere karşı son derece temkinli davranmaktadır. Geçtiğimiz günlerde PYD lideri Salih Müslüm'ün İran'a davet edilmesi ve tabiri caizse İran Devlet erkanı tarafından, krallar gibi bir prosedür ve şatafatla karşılanıp ağırlanması bundan kaynaklıdır. Doğu Kürdistan'da da İran'ın böylesi bir çözümü ABD-AB ve diğer emperyal güçlerin kendisine uyguladığı tehdide karşı desteklemesi muhtemeldir. Bu durumda İran'a Doğu Kürdistan'da Kürtlerin siyasal bir statüye sahip olmasını siyaseten dayatmak, Kongrenin öncelikli görevleri arasında olmalıdır. İran'da dahil olmak üzere Kürdistan'ı pay eden sömürge devletlerin buna ayak direme şansları artık kalmamıştır. Bu tarihsel olarak yakalanmış bir fırsattır ve kaybedilmemelidir.





Thursday 1 August 2013

EMPERYALİZMİN UŞAĞI SİYASAL İSLAM ve KÜRTLER

EMPERYALİZMİN UŞAĞI SİYASAL İSLAM ve KÜRTLER
H. Selda Aksoy
01.08.2013


Siyasal İslam ve emperyalizm ilişkisi denince, akla ilk Ortadoğu gelir. Filistin sorunu, Irak savaşı, İran İslam Devleti'yle ilişkiler, Afganistan, Kürdistan ve bugün de Kürdistan'ın en küçük parçası olan Rojava'da yaşananlara biraz daha yakından bakarsak siyasal İslam ve emperyalizm ilişkisini daha iyi analiz edebiliriz.

Emperyalistler soğuk savaş döneminden bu yana siyasal İslamı kendi yedeğine almış, istedikleri gibi istedikleri yerde kullanmış ve kendileri için miadını doldurunca da tarihin çöp tenekesine fırlatmışlardır.

Al-Qaide'nin 70'lerden bu yana gelişimine bir göz atılacak olursak, Batı emperyalizminin siyasal İslama bakışı ve onu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandığı daha net anlaşılır olacaktır. 1979'da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi sonucu, ABD ve diğer emperyal güçlerin Sovyetlere karşı Al-Qaide çetesini örgütleyip, Sovyetlerin üstüne saldığı bilinen bir gerçek. Afgan Marksistleriyle işbirliği yapan Sovyetler Birliği'ni Afganistan'dan söküp atmak için, ABD Pakistan'da örgütlenmiş olan Mücahiddin çetelerini destekledi. Bu arada Suudi petrol zengini İşadamlarının yıllık $600 milyon dolar vererek desteklediği Mücahiddin ve Müslüman Kardeşler'den oluşan yeni bir oluşumun temelleri atıldı. (Suudilerin Vahabi yönetiminin ezelden beri Amerikan emperyalizmiyle dostluğu öyle ki ABD bütçesinin 40% 'ını Suudi petrollerinden sağladığı bilinen bir gerçek). Sudan kökenli ve Suudi krallığıyla da yakın ilişkisi olan Usame Bin Ladin bizzat kendi parasını da bu örgütlenmeyi sağlamak için kullandı ve Al-Qaide adını alan örgütün başına geçip, emperyalistlerin çıkarları uğruna Sovyetlere karşı savaştı.

Bu çete örgütü daha sonra birçok savaş ve çatışmada ABD ve diğer emperyal güçler yararına savaştı ve en son Afganistan'da emperyalistlerin kalıcılaşması için uğraştı ve basamak oldu. Sözde İslam adına savaş verdiğini ve baş düşmanının İsrail olduğunu iddia eden bu terör örgütünün tarih boyunca İsrail'e karşı birtek eylemi bulunmamakla beraber, başta Irak olmak üzere Yemen, Sudan, Somali, Libya, Eritrea, Suriye yani Ortadoğu ile Kuzey Afrikanın birçok yerinde Müslümanlara karşı savaşmış, binlerce bombalama eylemi yapmış ve yüzbinlerce insan katletmiştir.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da, dahası Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde her neresi olursa olsun, özgürlükçü ve emperyalizmin çıkarlarına ters düşen bir yapılanma, mücadele ve örgütlenme varsa, orada hemen İslam kozu devreye sokulmuş, İslam adına savaştığını söyleyen birtakım terör örgütleri peydah edilmiş, halklar yararına gelişmekte olan muhalefet hareketleri de bu şekilde bastırılmış veya sönümlendirilmişlerdir. Afganistan'daki Sovyet işgaline Al-Qaide eliyle son verilirken bir yandan da Afganistan'daki aydınlanmanın, özgürlükçü Marksist gelişimin önü kesilmiş, Afganistan'ın ABD ve İngiltere tarafından işgal edilmesinin yolları açılmış ve böylece bugün Afganistan dünya tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir zulme, yoksulluğa ve gericiliğe ev sahipliği yapar noktaya taşınmıştır. Filistin'in bağımsızlığını savunan Filistin Kurtuluş Ordusu (FKO)'na karşı aynı şekilde İslamcı Hamas, ABD, İsrail ve diğer emperyal güçler tarafından beslenerek palazlandırılmış ve Filistin'deki özgürlükçü mücadele aynı şekilde sonlandırılmıştır. Hamas öncesi ve sonrası Filistin'e baktığımızda göreceğiz ki, FKO zamanında kadın ordusuna sahip olan ve dünya sol hareketleri ve dünya halklarının geniş desteğini alan Filistin halkının mücadelesi, Hamas'la beraber gericileşmiş, yozlaşmış, güdükleşmiş ve bu desteği büyük oranda kaybetmiş yalnızlaşmış, kaderine terkedilmiştir.

Tunus'da üniversite mezunu bir gencin öldürülmesiyle başlayan halk isyanları giderek bütün Ortadoğu'ya yayılmış, gerici, baskıcı dikta rejimlerine karşı özgürlükçü ve demokratik halk hareketlerine dönüşmüştür. Arap Baharı olarak adlandırılan bu sürecin önünü kesmek için yine siyasal İslam kozu devreye sokulmuş, başta Mısır olmak üzere, halkın ilerici talepleri, halkların muhalefeti yine kanla, yapmacık seçim hileleriyle ve o da olmadıysa cuntayla emperyalistler lehine bastırılmıştır. Mısır'daki ve Ortadoğu'nun diğer bölgelerindeki halkların özgürlükçü mücadelesi devam ederken, Müslüman Kardeşler denilen emperyalizmin uşagı yapılanmaların hala buralarda nasıl tutunacağının yöntemleri aranmaktadır.

Şimdi sıra Kürtlere gelmiştir. Kürtlerin 21.yüzyılda dört parçaya ayrılmış bir ülkede sömürge bir halk olarak yaşamak istememesine karşın sömürgeci Türk devleti ağababası ABD'nin desteğiyle yine siyasal İslamı bu kez de Rojava'da Kürtlere karşı kullanmaya çalışmaktadır. Emperyalistlerin çıkarları gereği Kürecik'e patriot füzeleri üssü kuran, 130 adet ABD ve Nato üssüne yer sağlayan, bu üslere kendi dahi giremeyen, İsrail'den aldığı Heron'ların koordinatlarına dahi ABD istihbaratının bilgisi olmadan ulaşamayan Türk devleti, Al-Qaide uzantısı El Nusra çetesini silahlandırarak, parasal yardımda bulunarak, Antakya, Urfa ve Antep'de eğiterek Rojava'daki Kürtlerin üzerine salmaktadır. Güneyden Hizbullah, kuzeyden El Nusra çetesinin saldırılarıyla yok edilmek istenen Kürtlerin batı Kürdistan'da bir statüye sahip olmaları hakkıdır. Suriye'de Esad diktatörlüğüne karşı savaştığını savunan bu terör örgütlerinin hedefindeki asıl kesim, özgürlükçü ve eşitlikçi halklar ve başta da Kürtlerdir.

Kuzey Kürdistan'da 1990'larda Hizbul-kontranın işlediği binlerce cinayet, Gülen cemmaati ve diğer İslamcı örgütlerin Kürt coğrafyasında palazlandırılmaya çalışılması tam sonuç vermeyince çareyi 'bin yıllık İslam Kardeşliği' söylemine sığınan, Fetullah Gülen'e üst üste kasetler hazırlatıp Kürtler için katliam fetvası veren Gülen değilmiş gibi Kürtlerle olan kardeşlikten bahsettiren sömürgeci anlayış, Kürtlerin İslamla olan bağını kullanarak, Kürtler eliyle birçok İslami parti ve örgütlenme yaratarak özgürlükçü ve bağımsızlık taraftarı Kürt hareketini parçalama ve sönümlendirme taktiğini seçmiştir. Yapılacak olan Kürt Ulusal Kongresi'ne katılacak olan İslamcı Kürt parti ve oluşumların sayısı dikkat çekicidir. Kürtler tarihsel olarak siyasal islamın hizmet ettiği tarafı çok iyi hesaplamak ve ona uygun davranmak zorundadır. Yakalanan tarihi fırsat kaçırılmak istenmiyorsa ve Kürtler bir yüzyıl daha sömürge bir halk olarak yaşamak istemiyorsa bunu hesaba katarak davranmak zorundadır. Siyasal İslamın gideceği yerin emperlalizmin kucağından başka bir yer olmadığı takkiyeci AKP'den de belliyken, siyasal İslamdan medet ummak olsa olsa baltayı kendi ayağına vurmaktan başka bir şey değildir. Kısacası Kürtler, siyasal İslamla bağını doğru kurmak zorundadır. Aksi halde Ortadoğu ve dünyanın başka yerlerinde siyasal İslamdan kaynaklı yaşananların Kürdistan'da yaşanmayacağının garantisi yoktur.

Siyasal İslamla mücadelenin bugünkü anlamı emperyalizmle ve halkların haklı taleplerini içerden İslam adına boğan, bastıran ve yok eden onun yerli uşaklarıyla mücadele olduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Kaşımızda duran Filistin, İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak örneklerinin her biri ayrı ayrı ele alınması gereken ama sonuçta halklar aleyhine gelişmiş aynı sonucu veren olumsuz örnekler olarak ders çıkarmamız gereken gerçeklerdir.

Halkları kurtaracak olan yegane ideolojinin hala haklılığı tartışma götürmez ve aşılamamış olan eşitlikçi, Marksist ideoloji olduğu gerçeğinin üzerinden atlayanlar, tarihin tokadını en sert şekilde yiyecek olanlardır, unutulmamalıdır.