ÇÖZÜLEN
KÜRT SORUNU MU? KÜRT HAREKETİ Mİ?
H.Selda
Aksoy
21.8.2013
Geçtiğimiz
sene 12 Eylül'de PKK ve PAJK'lı tüm Kürt siyasi tusakların
başlattığı ve 68 gün boyunca sürdürdüğü süresiz açlık
grevinin yankıları tüm dünyada duyuluyor ve tartışılıyordu.
Grevin etkisiyle gerek ülkedeki ve gerekse de diasporadaki Kürtler,
her zamankinden daha hızlı ve daha aktif bir biçimde sosyal
medyayı kullanmaya başlamış, lobicilik ve diplomasi faaliyetine
girmiş ve dünya insan hakları örgütlerini, değişik ülkelerin
parlamentolarını, dünyaca ünlü aydın, sanatçı, bilim insanı
ve siyasetçileri, daha da önemlisi dünya ezilen halklarının
önemli bir bölümünü, Kürt meselesi konusunda Kürtlerden yana
tutum almaya ve KCK tutsaklarıyla dayanışarak, sömürgeci-tekçi
Türk devletini kınamaya ve soruna çözüm üretmeye zorlamışlardı.
Dünya'da
belki de ilk kez sömürgeci Türk devletini Kürdistan ve Kürt
sorunu konusunda bu kadar sıkıntıya sokan, halkların desteğini
en yüksek düzeyde alan başka herhangi bir olayın olduğunu da
hatırlamıyorum ki buna; Roboski katliamı da dahil, Paris'de
Sakine, Fidan ve Leyla arkadaşların katledilmesi de. PKK’li
ve PAJK’lı tüm tutsaklar, “Abdullah
Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları bir an
önce yaratılmalı ve tecride son verilmelidir. Kürt halkının
anadili üzerindeki inkâr, imha ve asimilasyon politikasına son
verilmelidir. Anadilde eğitim ve mahkemelerde savunma yapmanın
önündeki her türlü yasak ve engel kaldırılmalıdır” şeklinde
duyurdukları talepleri gerçekleşene dek süresiz dönüşümsüz
açlık grevine devam edeceklerini ve görüşlere çıkmayacaklarını
duyurdular.
Grevin
ana taleplerinden biri PKK lideri Abdullah Öcalan'ın tecrit
koşullarının kaldırılması, sağlığı ve güvenliği iken
grevin 68. gününde avukatlarıyla dahi görüştürülmeyen, PKK
lideri Abdullah Öcalan'ın tek talimatıyla grev anında
sonlandırılmış oldu. Hiçbir kazanım elde edilemeden grev
bitirildi ve sakat kalan, sağlığı bozulan tutsakların ne için
sakat kaldıklarının da cevabı aranmazken tek kazanımın PKK
lideri Abdullah Öcalan'ın Kuzey Kürdistan'daki Kürt halkının
temsilcisi olduğunun Türk devletine deklare ve kabul edilmesi tek
kazanım olarak sunuldu ve bununla yetinildi.
Arkasından 9 Ocak'da Paris'de PKK'nin kurucularından ve Kürt Kadın
Hareketinin mimarlarından ve öncülerinden olan Sakine Cansız,
Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'e dönük siyasi cinayet de Kürt
halkının, Kürt ve Kürdistan sorununun dünya kamuoyunun gündemine
yeniden sokulmasına vesile olmuş, Kürtler akın akın Paris
sokaklarını işgal etmiş ve cinayetin hesabını hem Fransa
devletine ve hem de Türk sömürge devletlerine sorulmuştu. Daha
Sakine'lerin cenazesi yerdeyken Kürt hareketi 'bakın biz barıştan
yanayız, hiçbir provakasyon ve olay olmadan cenazelerimizi
kaldırıyoruz' mesajları vererek Sakine ve arkadaşları son
yolculuklarına uğurlamaya gelen milyonların tepkileri ve öfkeleri
bir nevi bastırılmış ve sonraki 7 ay içerisinde de cılız
sesler dışında bu cinayeti sorgulayan, üstüne giden ve hesap
soran neredeyse kalmamıştır. Olay böylece sauşturulmuş ve
cinayetle birlikte komutan Sakine, diplomat Fidan ve gençlik
temsilcisi Leyla da unutulmaya terk edilmiştir.
2011 Aralık'ının son gününde 34 Kürt gencini Roboski'de savaş
uçaklarıyla bombalayan Türk devletine karşı tepkiler en had
safhaya çıkmış durumdayken 'barış süreci' adı verilen ve 5
aydır devam ettiği iddia edilen süreçle beraber, olay yine
birdenbire sanki önemini kaybetmiş ve bu cinayetler de tıpkı
Paris katliamı gibi unutulmaya terkedilmiştir. Roboski'li aileler
en son BDP'nin aracı olmasıyla R.T. Erdoğan ile iftar sofralarına
oturmaya mecbur bırakılmış ve bunun neticesinde Erdoğan
herzamanki demagojilerini sıralayarak, bırakın sorumluluk almayı
ve sorumluları cezalandırmayı, olay Papua Yeni Gine'de veya
Mars'da olmuş gibi dışardan sorumlu arama çabalarına girişmişti.
Roboskili aileler ise hala cezalar almaya, evlatlarını yitirenler
gözaltına alınmaya, para cezalarına maruz kalmaya devam etmekte.
Newroz 2011'de başlayan sivil cuma namazları ırkçı ve tekçi
Türk devletini her açıdan zorlayan bir eylem biçimiydi. Öyle ki
Kürtler devletin camiilerine girmeyerek ve Diyanet'in imamlarının
arkasında saf tutmayarak devletin İslam'ın Sünni mezhebini devlet
dini haline getirmesine ve resmi olarak bu dini hergün devlet eliyle
yeniden üretmesine ve Türk-İslam sentezinin bir gereği olarak
dinin devlet eliyle üretilmesinin sadece ve sadece Türkleştirmeye
yaradığına olan tepkilerini en iyi biçimde ortaya koydular. Bu
namazlarda Ezidi, Alevi ve diğer inançtan Kürdistanlılar da
Müslüman Kürtlere destek vererek, sokata saf tutarak tekçi
anlayışa karşı itaatsizliklerini, tepkilerini ortaya koydu ve
haklı ve anlamlı olan bu eylemi büyüterek tam iki yıl boyunca
sürdürdüler. Türk-İslam sentezci ırkçı ve ayrımcı Türk
devletini siyasi tutsakların açlık grevilerinden sonra en fazla
zorlayan eylemlerden biri de bu sivil cuma eylemleri oldu. Bu eylem
de 2013 Newroz'unda açıklanan sözde 'barış süreci'ne kurban
edilerek Kürt hareketinin iradesi ve istemiyle ortadan kaldırıldı.
HDK'nin kurulması Kürdistan açısından bir fark içermese de,
Türkiye'nin batısında yaşayan Kürtler ve diğer devrimci, sol,
sosyalist, muhalif, ötekileştirilen ve yok sayılan tüm kesimler
açısından önemli ve hayati bir önemde idi. HDK tabiri caizse
taktiksel bir yan yana geliş değil, Kürt hareketini emek
hareketiyle, diğer ezilen hareket ve gruplarla, sisteme muhalif ve
yok sayılan inanç, cinsiyet, etnisite ve kimliklerin hepsini
kucaklamayı hedefleyen önemli ve büyük bir projenin adıydı.
Burada başta kadınlar olmak üzere siyasal İslamcı ve
emperyalizmin uşaklığını yapan, piyasacı AKP hükumetine ve
kurulu Türk devlet düzenine karşı farklılıklara eşit mesafede
yaklaşan, ezilene pozitif ayrımcı davranma ilkesine sahip,
farklılıkların bir arada eşit ve özgür yaşayabileceğini
savunan ve bunu pratikte hayata geçiren-geçirmek isteyenlerin
projesinin adıydı.
Bu proje de Gezi olaylarında BDP'nin 'hükumeti yıpratmak
isteyenler'le bir araya gelmemesi ve eyleme ehven-i şer destek
sunması sonucu tüm inandırıcılığını geniş halk kesimleri
nezdinde yitirmiş, güdük, zayıf ve ana projeden hayli uzak
noktaya düşerek sakat bir doğumla ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Şu an HDP diye adlandırılan yapının Kürt hareketinin
güdümünde ve emek hareketiyle bağı kopmuş, sol-sosyalist yapıyı
da temsil etmeyen bir konuma itilmiş durumdadır değerlendirmesini
yapmak sanırız gerçeklere aykırı bir değerlendirme olmaz. Yani
kısacası ilkesel ve hayati bir ihtiyaç olan bu proje, yerini
taktiksel bir seçim ittifakı partisine dönüştürerek yol almaya
çalışmaktadır.
Temmuz 2011'de Kuzey Kürdistan'da başlatılan ve o dönemler 'halk
devrimi' diye adlandırılan gerilla atılımı karşısında da yüne
sömürgeci Türk devleti bir hayli zorlanmış ve Kürt Özgürlük
tarihinde hiç görülmemiş düzeyde bir halk desteğinin
yaratılmasına vesile olmuştu. Bu hamle de sözde 'barış süreci'
sonunda bitirilmiş ve gerillalar yerlerini terk ederek sınırların
dışına çekilmişlerdir.
Peki tüm bunlar ne karşılığında feda edilmiştir? Bu sorunun
cevabı hepinizin malumu adına 'barış süreci' denen ama
kitlelerin anlamakta ve anlamlandırmakta zorlandığı, Kürt
tarafının kendi kendine oynadığı ama devlet tarafının pek
yanaşmadığı, sonuçları Kürtler başta olmak üzere Türkiye ve
Kürdistan halklarına yansımayan veya herhangi bir olumlu sonucu da
henüz bulunmayan, Kürtlerin derdine deva olamamış, olması da bu
biçimde beklenemeyen bir MİT-Öcalan görüşmelerine heba
edilmiştir.
Kürt sorununun çözümü konusunda gelinen aşamada devletin
herhangi bir iyi niyetinden veya olumlu adımından bahsetmek olası
bile değil. Kürt tarafının adına çözüm süreci dediği şey
Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının statüye
kavuşup özgürleşmesine zerre kadar katkı sunmuyor olmakla
beraber, gerillalarının büyük kısmını sınır dışına
çektiğini belirten Kürt Hareketi çözüm sürecinde Türk
devletinin tavrına rağmen ısrarlı olacağını her fırsatta
yeniliyor. BDP Eşgenel başkanı Gültan Kışanak, 'AKP bu süreçten
çekilse de biz süreci devam ettireceğiz' şeklinde açıklama
yaparken, KCK yürütme kurulu üyelerinden Mustafa Karasu tamamen
farklı şeyler söylüyor.
Türk başbakanı R.T.Erdoğan'ın en son Kürtçe üzerindeki
yasakların kalkmayacağını, ana dilde eğitimin olamayacağını,
bunun devleti bölmek anlamına geldiğini, resmi dilin Türkçe
olduğunu, KCK tutsaklarının salıverilmesinin mümkün olmadığını,
seçim barajının düşürülmeyeceğini, Kürtlerin Rojava'da bir
statüye kavuşmasının 'Türkiye'nın sınırlarında olacak herşey
bizi ilgilendirir böyle bir şeyi kabul edemeyiz' şeklindeki
açıklamalarını ve bu nedenle El Nusra çetelerini silahlandırıp
Kürtlerin üzerine saldığını hepimiz yakından takip ediyoruz.
Tüm bunları elbette Kürt hareketinin siyasi aktörleri de yakından
takip edip ona göre kendi durumlarını yeniden tartışıyor ve
kamuoyuna açıklamalarda bulunuyorlar. En son Murat Karayılan ve
Cemil Bayık'tan sonra Mustafa Karasu'nun da bu konuda açıklamalarda
bulunması önemli. Karasu, açıklamasında devletin tavrını
eleştirip Kürt hareketinin atması gereken adımları attığını
ama buna mukabil devletin iki yüzlü ve çıkarcı davrandığını
ve kendilerinin daha fazlasını yapmaları halinde her aklı başında
bireyin, “devlet ne yaptı ki siz bu adımları atıyorsunuz?”
Diye sorması gerektiğini söylüyor.
Biz
de kendimizi her aklı başında birey gibi farzedip daha önce
defalarca sorduğumuz soruyu soralım o halde: Sayın Karasu sahi
devlet ne yaptı ki gerillaları sınırın dışına çektiniz? Bir
iyi niyet ve samimiyet göstergesi olarak belki İmralı'da Öcalan'la
MİT'in görüşmeleri bir barış sürecine, bir müzakere sürecine
evrilebilir diye adım attınız tamam ama bu süreç denen olgu
neden hala sadece İmralı ile Mit arasında cereyan ediyor da barış
ve müzakere sürecine dönüşmüyor. Bunun tarafları neden hala
belirlenmiyor? En azından Kürt tarafı neden kendi temsilcilerinin
belirlemekten aciz davranıyor? Neden, 14 yıldır içerde tutsak
olan PKK lideri sayın Öcalan'a tek kurtarıcı ve mesih gibi
yaklaşılıp, herşey O'na havale edilip, işin kolaycılığına
kaçılıyor? PKK hareket olarak, bir taraf olmayı neden istemiyor?
BDP Kuzey Kürdistan'da meşru-legal mücadele eden bir Kürt siyasi
partisi olarak neden Kürt tarafının masadaki bir temsilcisi olmaya
katılmayı dilemiyor? Sivil toplum örgütleri, İnsan Hakları
örgütleri, sendikalar ve Kürt sorununun eşitlik ve özgürlük
temelinde çözümünden yana olan ve bu konuda Kürtlere destek
veren Türkiyeli diğer tüm sol-sosyalist-muhalif çevreler neden bu
masaya oturamıyor Kürtlerin yanında? Dahası başta Avrupa'da
diasporada olan Kürtler neden kendilerinin temsil edecek yapıyla o
masaya oturmayı dayatamıyor veya dilemiyor? Daha önce de
belirttik, Kürt tarafının temsilcileri bu yukarda saydıklarımızın
tümüdür, devlet tarafı kimi belirler orası bizi fazla enterese
etmiyor. Ama süreç dediğiniz şey Kürt halkının lehine değil
aleyhine işlemeye devam ediyorken ve sizler bunu herkesten daha iyi
okuyorken, neden hala umudu İmralı'daki görüşmelere
bıraktığınızı anlamak inanın imkansız görünüyor. Bu
görüşmelerin müzakereye dönüşmesinin koşulları neden salt
tek başına Öcalan'ın sağlık ve güvenlik koşullarına ve şu
anki konumunun düzeltilmesine indirgeniyor? Müzakere denen şey bu
mudur, yoksa dünyada yaşanan diğer tüm müzakereler yanlıştı
da bu Kürtlere has bir tarz mıdır?
Aleviler
için AKP'nin yaklaşımını ifade ederken: “Alevilik
konusunda da benzer bir yaklaşım içindedir. Alevilerin devlet
tarafından gasp edilen haklarını tanıyacağına, Aleviliği nasıl
kendi olmaktan çıkaracak onu düşünüyor. Diyanetin bütçesi
yoluyla nasıl ki imamları devletin savunucusu konumuna
getirmişlerse; şimdi aynı şeyi dedeler, pirler ve seyitler ve
Alevilik için de yapmaya çalışıyor. Aleviliği tamamen devletin
yedeğine sokmak istiyor. Zaten Aleviliği devletin içine sokarak
devlet dışı toplum olmasını ortadan kaldırmak isteyen keklik
soylu Aleviler var. Devletin, yani Hızır Paşa’nın sofrasına
oturmak isteyenler var. Tayyip Erdoğan bunu görmüş, bazı
Alevilerin önüne kırıntılar atarak hizmetine koşturmak istiyor.
Öküze bir tutam ot uzatıp boyunduruğa koşmak gibi şu dedelere
maaş almayı kabul ettirirsem bu iş biter diye düşünüyor.
Aslında yanlış da düşünmüyor. Çünkü dedelere, pirlere maaş
bağladığı an Alevilik bitirilmiş demektir. Artık toplumun
pirleri değil, devletin pirleri olunacaktır. Kürtleri Türkleştirme
politikasının bir benzeri de Alevilere uygulanmak istenmektedir.”
derken ve Alevi Dedelerini, Pirlerini, Seyitlerini
bir tutam ota fit olacak öküz benzetmesiyle aşağılarken, sivil
cumaların neden bitirildiğini, Diyanet'de kaç bin Müslüman
Kürdün Alevilerin de vergileriyle maaş alarak çalıştığını,
bin yıllık İslam kardeşliğinin ne anlama geldiğini halklara ve
başta da iktidar derdi olmayan ama kurulu sistemin ve iktidar eden
tüm dinlerin en büyük düşman saydığı mazlum Aleviliğin ve
Alevilerin bu İslam kardeşliğinden paylarına
ne düştüğünü açıklayabilir misiniz? Soruyu şöyle de
sorabiliriz: sayıları 20.000'leri bulan ve kendi
halkına-kardeşlerine karşı savaşan korucuların kaç tanesi
Alevidir? Yüzyıllardır katledilen, yakılan, pişirdiği haramdır
diye ayrıştırılan, mum söndürdü diye iftiralara uğrayan,
cemi-cemiyeti yüz yıldır yasaklanan, tüm mal varlıklarına el
konulup, zorla Müslümanlaştırılmaya ve asimile edilmeye
çalışılan, Cemevleri cümbüşevi diye tarif edilen, bir Alevi
öldürenin cennete gideceğine inanılan ve buna rağmen kendi
inancından taviz vermeyen, koruculuğu hiçbir koşul ve şart
altında kabul etmeyen, silah alıp kendi halkına karşı savaşmayı
reddeden Aleviler midir bir tutam ot uzatıldığında boyunduruğa
koşmaya hazır olan, yoksa bu İslam kardeşleriniz midir? Neyse
uzatmayalım zaten 'barış süreci' diye açıklanan süreç
başladığında 'orta kadrolarımızı ikna edemiyoruz' diyen PKK
hareketinin, bu orta kadroları nasıl olup da Mayıs'ın 18'inde
kendi birliklerini geriye çekmeye ikna ettikleri, bu orta kadrolar
denen saha ve alan komutanlarının bu sürece nasıl ikna
edildikleri konularının tümünün bu meselelerle: 'Misak-ı Milli'
ve 'bin yıllık İslam kardeşliği' meseleleriyle yakından ilgili
olduğunu düşünüyorum.
Gelelim
Kürtlerin Rojava'daki haline. PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm iki
kez Türkiye'ye ziyarete geldi ve her ikisinde de MİT yetkilileriyle
ve hükumet temsilcileriyle bir araya geldi. İlk görüşmeden son
derece memnun ayrılan Müslüm, 'kendimizi anlatma olanağı bulduk,
umutluyum' açıklaması yaparak döndü. İkinci görüşmede de
'insani yardım için sınır kapısının açılması' konularını
görüştüklerini açıkladı. Rojava Devrimi diye adlandırılan ve
Kuzey Kürdistan atılımıyla eşzamanlı başlayan süreçte Kuzey
Kürdistan birliklerinin 'barış süreci' dolayısyla çatışmasızlık
sürecine girip, birliklerinin önemli kısmını sınırın
(Kürdistan'ı bölen suni sınırlar) dışına çekerken, Rojava'da
mücadele tüm hızıyla devam etti, ediyor. ÖSO denen çete
yapılanmasına haklı olarak mesafeli duran PYD güçleri üçüncü
bir taraf ve alternatif olarak Güney-Batı Kürdistan'da birlikte
yaşadığı tüm halklara umut ve alternatif olmaya başladı.
Yerelde de iyi örgütlenen ve halkın taleplerine ve ihtiyaçlarına
cevap verecek düzeye gelen PYD'nin ÖSO ile ittifak yapmaması ve
yan- yana durmaması halklar nezdinde de hareketi daha inandırıcı
ve haklı kılmada önemli bir işlev gördü. Bu temelde PYD dış
kamuoyuna şu mesajı vermiş oldu: Diktatör BAAS rejimine ve Esad'a
karşı, İslam devleti kurmayı tahakkum eden ÖSO'yu desteklemenin,
ne Kürtler ve ne de bir arada yaşadığımız, Arap, Türk,
Keldani, Süryani ve diğer halklar açısından bir kazanım
olamayacağı ve halklarrın kendi kendini yönetebileceği, bir
arada eşit ve özgür yaşayabileceği Özerk bir Güney-Batı
(Rojava) Kürdistan modelinin akla en uygun seçenek olduğu'
mesajını verdi.
Emperyalistlerin
Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme çabalarında emperyalistlerin
çıkarlarından azade, halkların seçeneği ve umudu olması
bakımından bu duruş takdir edilecek ve savunulacak noktadayken,
DTK Eşbaşkanı
Ahmet Türk'ün Amerika'daki temaslarına ilişkin BBC Türkçe
Servisi'nden İlhan Tanır'ın haberine göre, sorulara verdiği
cevaplarda 'Suriye konusunda Amerika ile hemfikir olduklarını' ve
'Suriyeli Kürtlerin de diğer Suriyeli muhaliflere katılmasıyla
bir çözümün mümkün olacağını' söyledi deniyor. Aynı
haberde, 'Bütün grup ve inanca sahip olanların bir arada olacağı
demokratik bir yapının Suriye'yi kurtaracağına inandığını
ifade eden Türk, Suriye'deki Kürtlerin sürecin dışında
kalmasının Türkiye'deki barış sürecini de olumsuz
etkileyeceğini ileri sürdü' denilmekte.
Tabiri
caizse sayın Türk, gündemi ve PYD'nin üçüncü seçenek olarak
ortaya koyduğu projesini ve ona uygun duruşunu da altüst eder
tarzda ve emperyalistlerin bölgeyi yeniden dizayn etmesine hizmet
eden, destek sunan tarzda bir çözümün içinde olmayı öneriyor
PYD'ye. PYD'nin orada bulunan muhalefete katılması gerektiğini
söylerken, Kürtlerin kalbini çıkarıp yiyen barlarlara yani kendi
katillerine omuz vererek Esad'ı devirmek ve başta ABD ve diğer
emperyal güçlerin lehine bölgeyi yeniden dizayn etmeye yarayacak
bir İslam devletinin kurulmasının Kürtleri kurtaracağına ya
inanıyor ya da fazlasıyla pragmatist davranıp böyle bir desteğin
verilmesi halinde ABD ve emperyal müttefiklerinin Kürtlerin kendi
haklarını almaları konusunda biraz daha ılımlı davranıp destek
vereceklerinin hayallerini kuruyor olmalı.
Kürtler
otonomi istiyor mu? Sorusuna, 'artık hiç bir şey eskisi gibi
olmayacak, demokratik özerklik veya demokratik otonomi olabilir.
Önemli olan Kürtlerin bir statüye kavuşmasıdır' dedikten sonra
anadille ilgili soruya verdiği cevapta da“Orta Doğu'daki 4 ülkede
de yaşayan Kürtlerin yüzü Türkiye'ye dönüktür. Çünkü bin
yıllık geçmişimiz vardır” demeyi de ihmal etmeyerek sorunu
yine bin yıllık İslam kardeşliğini referans alarak çözme
yolunu seçiyor. Burada yine sormak istiyoruz: bu İslam
kardeşleriniz kimlerdir? Halkımızı, kardeşlerimizi diri diri
ateşe atan, kalbini çıkarıp yiyen ve kadınlarımıza tecavüz
edenler ve onları besleyip Kürtlerin üzerine salan takkiyeciler
mi? Madem bin yıllık İslam kardeşliğiniz vardı, o halde sivil
cumalar neden yapıldı? İslam kardeşliğinizin bir Alevi, bir
Süryani, bir Ermeni veya bir Ateist için ne anlama geldiğini,
gelebileceğini tahmin edebiliyor veya hesaplayabiliyor musunuz?
İslam kardeşliğiniz üzerinden ve Misak-ı Milli üzerinden bir
araya gelecektiniz madem, Türk-İslam sentezini en baştan kabul
edeydiniz de bizim 40.000 evladımız, kardeşimiz 'Özgür
Kürdistan' için hayatını kaybetmeyeydi. Coğrafyamız kan gölüne
dönmeyeydi, 5000 köyümüz yakılıp-yıkılmayaydı ve
milyonlarcamız yurdundan sürgün olup, el kapılarında
dilenmeyeydi. Roboski ile ilgili soruya ise, ona zaman kalmadı
türünden vicdanlara sığmayacak yanıtlar veriyor sayın Türk.
Kürtler adına konuşmayı ve Kürtlerin temsilcisi olmayı onurla
taşıdıklarını savunanlara sormak istediğim bir şey daha var ki
o da şu: Kürtlerin ayrı ve bağımsız bir devlet istemediklerini
nasıl- nerden çıkarıyorsunuz? Kürt halkına bu konuda gidildi
mi, herhangi bir referandum yapıldı da bizim mi haberimiz yok? 50
milyon Kürt neden yüzünü faşist Türkiye'ye dönmüş olsun?
Yoksa faşist ırkçı- tekçi TC, İran'dan, Suriye'den ve Irak'tan
daha mı mazlumdur, Kürtlere karşı daha mı şefkatli veya adil
davranmıştır? 20 bin faili devlet cinayeti hangi kardeşleriniz
yaptı? 5000 köyümüzü hangi kardeşleriniz yakıp-yıktırdı?
Herhalde gayri Müslümler, Aleviler, Süryaniler, Çingeneler, LGBT
bireyler, Sosyalistler, mazlumlar değil bunlar.
Görünen o ki ard arda gelen tüm bu çelişkili ve biri diğerini
tutmayan, birbirini reddeden ve boşa çıkaran tutarsız
açıklamalar, çözülen şeyin son 8 aydır Kürt hareketinin
yaşadığı ruh halinden, yalpalamadan ve kararsızlıktan kaynaklı
Irak savaşında bile emperyalistlerle yan yana durmayan ve üçüncü
bir yol olmayı seçen Kürt Özgürlük Hareketi'nin kendi özgün
duruşu olmaya başlamıştır. Yoksa ortada Türk ırkçı
devletinin Kürt sorununa dair herhangi bir çözümüne tanık
olamamakla birlikte, emperyalistlerin Kürdistan'ın
sömürgesizleştirilmesi ve Kürt halkının hakları konusunda
Milletler Cemiyeti'nden bu yana takındıkları böl-parçala-yönet
tavırlarında da herhangi bir değişiklikten bahsedemiyoruz.
Kürdistan'ın dört parçaya bölünmesinin birinci dereceden
müsebbibi olan bu güçlerin bugün Ortadoğu'yu mezhepler temelinde
bölerek, siyasal İslamı kendi yedeklerine alıp, kullanma
hevesleri Rojava'da Kürtlere ve Alevilere uygulanan zulümle ayan
beyan ortadadır. Devlet, Kürtlere psikolojik harp uygulamakta ve
yapıyı bir bütün olarak yıpratmaktadır. Bunda başarılı
olduğu da bu son 8 aylık süreçte ortaya çıkmıştır. Bu
durumda haklı olarak korkumuz, çözülecek gibi görünen şeyin,
Kürt halkının ambargo konan ve gaspedilen haklarının iadesi ve
Kürdistan'ın sömürgesizleştirilmesi meselesi değil de, 35
yıllık mücadelesini zaferle sonuçlandıracağını umud ettiğimiz
ve beklediğimiz Kürt hareketi olmasın? diye sormak boynumuzun
borcudur.
No comments:
Post a Comment