Sunday 20 December 2015

Kürd Medyasinda Kafa Karisikligi

H. Selda Aksoy 16/02/2012
Geçtiğimiz Ocak ayında Almanya'nın Köln kentinde yapılan Kürt Medya Konferansı'nın sonuç bildirgesinde dikkatimi çeken en önemli hususlardan biri: Kürt halkına karşı ihanetin faşizme en büyük zemin olduğu vurgulanmış ve dünya genelinde tecrit edilmiş, insanlığın yüzkarası sayılıp lanetlenen faşizm gibi ihanetin de lanetlenmesi gerektiği vurgulanmıştır denmekteydi. Bu konferans Güney Kürdistan'da yapılan Kürt Basın Konferansı'nın akabinde toplanmıştı. Bana göre birçok eksikliği içinde barındırmasına rağmen yine de önemli bir adımdır, Kürt medyası açısından. Gel gelelim, sonuç bildirgeleri ne derse desin ahali bildiğini okumaktan geri durmayacaktır. 
Son haftalarda Kürt medyasında daha çok yaygınlaşarak tartışılan sağ-sol meselesini hayretler içerisinde izlemekteyim. Şu ana kadar tartışmalara katılmayışımın nedeni meselenin varacağı noktayı merak etmemdir. Görülüyor ki; dünya devrimci hareketinin ve bunun şu an en önemli dinamiklerinden biri olan Kürt Özgürlük Hareketi'nin canı ve kanıyla elde ettiği değerler; zindan-tecrit-işkence- kaybedilme- işsizlik- açlık ve sömürüyle karşı karşıya kalarak yarattıkları mücadele hiçe sayılarak veya bir çırpıda tepelenerek bir ABD, dolayısıyla emperyalizm âşıklığıdır almış başını gidiyor. 
Uzun bir süredir Kürt basını ve medyası içerisinde var olmaya ve mevzi elde etmeye çalışan gerici-sağ ve liberal çevrelerin palazlanmaya çalıştığını gözlemlemekle beraber, daha solda duran çevrelerin sol geleneği bu denli hırpalaması ve itmesi anlaşılamayacak derecede üzücüdür. Kürt medyasında furya halinde başlatılan ve Rojeva Kürdistan'ın yazarlarından ve okurlarından önemli bir bölümünün de katıldığı bu sağ-sol tartışması neye hizmet ediyor, ben de birçokları gibi anlamakta güçlük çekiyorum. 
Bu tartışmalardan çıkarsadığım sonuç ise: neredeyse devrimci - sol gelenekten gelmenin, Kürt davasına ihanetle eşdeğer tutulacak veya horlanacak bir hal almış olmasıdır. Liberalizmi, ABD işbirlikçiliğini, Ortadoğu'ya emperyal müdahaleyi savunmak Kürt davasına bağlılık ve Kürtlerin tek kurtuluş yolu olarak savunulurken, bunlara karşı çıkmak ise, eski değerleri savunmak ve Sovyetlerde yaşanan kısa pratiğin (tüm kazanımlarına rağmen) bedelini Kürt ve Türk devrimcilerine ödetmek olarak algılanıyor. Bu noktada insan şunu düşünmeden edemiyor: Kürt davasına sahip çıkmak için insanın sağ, liberal veya faşist gelenekten mi gelmesi gerekiyor?
Bu da yetmiyor, savunulması gereken toplumsal proje olarak milliyetçiliğin en üst sınırında seyreden ulus devlet projesinin tek seçenek olduğu dayatması yapılıyor. Bir taraftan Devrimci sol gelenekler her şeyi devrim sonrasına havale ettiler diye solu eleştirirken, diğer taraftan 'Kürtler hele bir devletlerini kursun diğer sorunları sonra çözeriz' gibi ucubeliğinin sınırı belli olmayan söylemlerle, Kürt özgürlük hareketinin bu güne kadar yarattığı değerler de altüst edilmeye çalışılıyor veya doğru anlaşılamıyor. 
Kürtler neden Ortadoğu'da farklı bir halktır? Neden mazlum bir halktır, neden daha demokrattırlar, neden kendi öz güçlerine ve kardeş emekçi-devrimci güçlerle dayanışmaya güvenmek zorundadırlar bunu düşünmeden yapılan tespit ve öneriler havada asılı kalıyor.  Neyse ki, Kürt hareketinin önder kadroları, dağdaki gerillaları ve hatta Kürdistan'da her gün zulme maruz kalan ve evlatlarından sonra ölmek gibi bir cezaya çarptırılan ana-babalar eminim ki çok önceden bunu görmüş ve tespit etmişler ki; bu tartışmanın afakiliğine kapılmak yerine doğru bir hatta mücadele etmeye devam ediyorlar. Oysa aydın ve yazarlarımız meselelerin etrafında dolanarak ve halkların haklı ve meşru gücünü küçümseyerek veya hiçe sayarak, ABD öncülüğünde bir Kürdistan kurma hevesiyle halüsinasyonlar görmeye devam ediyorlar. 
Öncelikle bu alanda yaşanan kafa karışıklığına biraz açıklık getirmek için Kürt gerçeğine ve davasının seyrine bakalım. Bu yazıda bir ulus devlet projesi temelinde Kürt ulusuna önerilen seçeneğe karşı çıkarken, birçoklarının idealistlikle- solculukla suçladıkları ve ama Kürt özgürlük hareketinin de amaçladığı ulus devleti aşan projeden bahsetmek istiyorum.  
Birincisi, Kürtler Ortadoğu'daki diğer halkların çoğundan farklılıkları olan bir halktır. Kürtlerin köklü devlet geleneğinin olmaması onları hiyerarşik ve hegemonik devlet ilişkisinden azade kılmıştır. Bu elbette Kürtlerin bir devleti olmasın ya da Kürtler kendi kendini yönetmesin manasında bir sonuç çıkarmayı gerektirmez. Ama Kürtler bu güne kadar bir başka ulusu sömürmemiş, ezmemiş ve asimile etmeye çalışmamışlardır. En azından bunu elinde devlet aygıtı var olarak yapmamışlardır. Bu da Kürtlerin mazlum ve haklı mücadelesinin en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Bugün kendi kendimizi yönetmek arzusundaysak, bunu ille de ulus devletle mi yapmak gerekiyor? Bu iyi düşünülmesi ve karar verilmesi gereken hayati bir konudur. 
İkincisi, Kürtler çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir halktır. Kürtlerin dil konusunda Kürtçenin dört lehçesini de konuşmaları ve aynı zamanda da Arapça, Farsça, Türkçe, İbranice konuşmaları ve iletişimi tüm bu dillerde kurabilmeleri (dayatmayla ve zorla öğrenilmiş diller olsalar bile) bugün Kürtlerin zenginliğidir. Kürtçe üzerindeki tüm yasaklar kalktığı, Kürtçe konuşulabildiği, kullanılabildiği sürece bu dillerin var olması, Kürtler açısından bir sorun teşkil etmeyecektir. Sorun bu dillerin var olması değil, Kürtçenin yasak edilmesi ve yok edilmeye çalışılmasıdır. Bu nedenle Kürtler dört lehçe konuştukları ve coğrafyalarında Süryanice, Ermenice vb. diller de konuşulduğu için; Türkler, Farsiler veya Araplar gibi tek dilli olma hevesinden ziyade kendi dillerini özgürleştirirken, birlikte yaşadıkları toplumların dillerine de aynı eşit mesafede yaklaşarak Kürdistanı özgürleştirme gayretindedirler. Meseleye bu açıdan bakmakta fayda vardır. Ulus olmanın ayaklarından biri dil olmasına rağmen dilde tektipleştirme, Kürtler açısından mümkün ve de doğru değildir. O halde milliyetçiliğin ulus devletle bizlere dayattığı dil bütünlüğü konusundaki tek tipleştirmeye, Kürtlerin sığamadığı iyi anlaşılmak zorundadır. Bu alanda Kürtlerin farklılığını aynı zamanda da zenginliğini görmek gerekir. 
Kürt toplumu inanç bakımından da Türk-Fars ve Arap toplumundan ayrışır. Kürtlerin inançları da tek tip değildir ve tektipleştirilmesi de zor ve baskı araçları kullanılmadan imkânsız ve de gereksizdir. Ulus olmak için bu tektipleştirme ille de gerekli midir diye soracak olursak bunun cevabı da elbette hayırdır. Kürtlerin Hristiyan’ı, Yahova Şahidi, Müslümanı, Yahudisi, Alevisi, Ezidisi, Ateisti... vardır.  Bu hem kendi içimizde ve hem de bir arada yaşadığımız topluluklarla- karşıtımıza benzemeyi reddederek- daha insani, daha eşit, daha adil ve daha özgür bir gelecek kurmayı bizlere dayatan bir olgudur. Birbirimizin veya başkalarının inancına, diline, farklılığına tahammül etmeyi içselleştirerek daha özgür bir gelecek kurulabilir. Bu bahsedilen toplum projesi ulus devletle bağdaşan bir olgu değildir, ulus devlet projesine ve sözleşmesine de aykırı ama onu aşan bir projedir. Böyle bir toplumsal akit, Kürdistan'ın özgürleşmesini isteyenler açısından olmazsa olmaz bir zorunluluktur. 
Üçüncüsü, Kürdistan coğrafyası tarih boyunca emperyalistlerin iştahını kabartan bir zenginlikler hazinesidir. Petrolden, içme suyuna, bor madeninden islenmemiş diğer yeraltı zenginliklerine kadar dünyanın ihtiyacı olan tüm zenginlikler Kürt topraklarında mevcuttur. Bunun da ötesinde Kürdistan tam bir medeniyetler beşiğidir. Semavi dinlerin kutsal toprak saydıkları (yukarı Mezopotamya- Harran-Urfa'dan başlayan ve Kudüs'e kadar uzanan üç hilal olarak da adlandırılan bölgeler) ve üzerinde Haçlı seferlerine tutuştukları toprakların önemli bir bölümü Kürtlere aittir. Bu olgu kendi başına emperyalistlerle Kürtlerin -Kürt ulus devleti olsa bile- her daim kavga etmesini gerektiren önemli bir realitedir. 
Kürtleri sadece dindar, geri, feodal gören anlayışlara göre sınıfsal mücadele veya emperyalistlere karşı halkların özgürlük mücadelesi, Kürtler için lüks ve hatta terk edilmesi gereken bir şeydir. Tam da bu bakış açısından dolayı bazı “aydınlarımız”  ABD ve dünya emperyalistlerinin neden Kürt sorunu konusunda üç maymunu oynadığını açıklayamamakta sorunu 'kendimizi onlara iyi anlatamamak veya ABD ve diğer emperyal güçlerle yeteri kadar dost olamamak' temelinde Kürtlerin gücünü ve ileri mücadelesini de aşağılayan bir tarzda ele almaktadırlar. Bunun bir üst aşaması olarak da 'emperyalistlere ne kadar yakın durursak, haklarımızı o kadar kolay elde ederiz' yanlışına düşülmekte veya bu “çözüm” bilinçli olarak servis edilmektedir.
Oysa Kürt hareketi, Dünya devrimci geleneğinden aldığı mirasla bu olguyu aşmış ve mücadele tam da emperyalizme ve faşizme karşı verilen bir hatta seyretmektedir. Kürtlerin özgürleşmesi faşizmden ve emperyalist dayatmalardan kurtulmasından başka nedir ki? Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeleri için gerekli olan koşullar ancak emperyalistlerle ve faşist ulus devletlerle mücadele edilerek kotarılacak bir şeydir, başka türlüsünü beklemek hayaldir. 
Şöyle de denebilir: Kürtler kendi coğrafyalarında özgürleşirken aynı zamanda Ortadoğu halklarını da özgürleştirmektedirler. Özgürleşme; baskıcı-egemen faşist sistemlere karşı verilen bir mücadeledir ve bunu solda durarak yapmaktan başka şansınız da yoktur. Bugün emperyalizme karşı savunulacak soldan başka ve daha özgürlükçü bir alternatif olmadığına göre, sol değerlere saldırmak olsa olsa sorunun kaynağı ve baş müsebbibi olan güçlere yaranmaktan ve mücadeleye zarar vermekten başka bir işe yaramayacaktır. 
Bugün liberal “aydınlarımızın” canla başla savundukları batılı değerler de dâhil olmak üzere insanlık adına kazanılan tüm hak ve hürriyetler emperyalizm ve faşizme karşı solun, emekçilerin kazandığı değerlerdir. Hitler bile açıktan faşizmi savunarak iş başına gelemediği için sol değerleri (neo-sosyalizm) savunarak yani toplumda belli bir refah düzeyi vaad ederek gelmiş ve sonra da faşizmi yukardan aşağıya inşa etmiştir. Yani takkiye yapmak zorunda kalmıştır.
Sorunun kaynağı olan emperyalistler, bölüşüm savaşlarında Kürtleri dört parçaya bölmüş ve bu faşist ulus devletleri Kürtlerin başına bela etmişlerdir. O günden bu güne Kürtler açısından değişen tek şey, Kürtlerin yükselttikleri haklı ve meşru mücadeleleri olmuştur. Dünya emperyal devletlerinin Kürt sorunu konusundaki bakış açısını değiştirecek olan da bu mücadeleden başka bir şey değildir. 
Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı diğer tüm uluslar gibi elbette vardır. Bu tespit bile başlı başına sol bir değerdir ve sahiplenilmeyi gerektirir. Bu konuda DTK'nın aldığı Demokratik Özerklik projesi, ulus devlet talebinden daha ileri ve daha demokratik bir taleptir. Dileyen ulus devlet talebini de savunabilir ama gelinen aşamada, birleşik ve bağımsız Kürdistan'ı savunuyorum diye Kürt özgürlük hareketini geriye çekmeye ve emperyalizme ve faşizme yedeklemeye kimsenin hakkı yoktur, olmamalıdır. Ulus devletin reddi aynı zamanda Türk-Arap ve Fars ulus devletlerinin de parçalanması demektir. Ulus devletin reddiyle Kürt özgürlük hareketi- sırf kabadayılık veya bir böbürlenme olarak değil, bir gerçeklik olarak - kendini Ortadoğu halklarını da özgürlüğe kavuşturacak bir itici güç ve lokomotif olarak görmektedir ve buna konuda da haklıdır.
Bir taraftan Kemal Burkay'ın AKP faşizmine yedeklenmesi karşısında haklı olarak hiddete kapılan aydın ve yazarlarımızın, diğer taraftan ABD işbirlikçiliği ve öncülüğünde bir Kürdistan kurmayı düşlemeleri büyük bir handikaptır. Kemal Burkay, iki binli yıllarda beş yıl arayla Londra'da yaptığı iki panelde de 'Ortadoğu'da dengeler değişiyor, ABD ve müttefikleri Ortadoğu'ya girsinler, bu bizim hayrımıza olur. Düşmanımın düşmanı dostumdur' derken bu şahane tespitini de 'tavşan-avcı ve ayı meseliyle' örneklendirmişti. Elbette her iki panelde de Burkay'ın düşüncelerine karşı çıkmış ve Kürtlerin tavşan olmadıklarını savunurken,  tüfeği elinde bulunduran avcının ayıyı vurduktan sonra tavşana da yönelebileceğinin altını çizmiştik. Başka halkların acıları ve ölümleri üzerine kurulacak bir Kürdistan düşümüzün olmadığını, en azından amacımızın bu olmadığını savunmak sanırım o günlerde de yanlış değildi, bugün de yanlış değildir. Aksini düşünen aydınlarımızın, Kürt Özgürlük Hareketinin seyrini ve geldiği aşamayı tam olarak kavramadıklarını düşünmek sanırım yanlış olmayacaktır. 
H. Selda Aksoy
selda1@live.co.uk

Fetullah Gülen Kürdlere Neden cihad ilan etti.

fethullah erdoganH. Selda Aksoy 07/10/2011.                                   Gülen cemaatini ilk örgütlediği tarihlerde Kürtçe'nin Kurmangi ve Zazaki lehçelerini yasaklayan, cemaatin ağına düşürdüğü Kürt gençlerine ana dillerini konuştuğu için ceza veren Fetullah Gülen geçtiğimiz günlerde Kürtlere açıktan cihad ilan etti.
Türkiye devletinin Kürtlerle başedemediğinden yakınarak çeşitli taktikler veren Gülen, bunların başında; bir milyon ordusu bulunan devlete "Kürtlerin evine ateş düşürün, kökünü kurutun" fetvası verdi. 'Değil 5 bin, 50 bin gerillası da olsa yok edin, tüm siyasi alanları Kürtlere kapatın ve savaşla bu işi bitirin' çağrısı yaptı.
Gülen'i bu fetvayı vermeye iten ana zihniyetin temelinde iki şey yatmaktadır.
Bunlardan birincisi; ulus devletin üstüne oturduğu zeminin Türk-İslam sentezine dayandırılmasıdır. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında İttihatçıların ısrarla üzerinde durduğu iki temel meseleden biri Kürtleri asimile edip Türkleştirmek, ikincisi de başta Aleviler olmak üzere tüm diğer inançları İslamlaştırma- devletin Diyanet ucubesiyle tekeline aldığı dine- İslamiyete bağlama arzusudur.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk kuruluşundan bu yana devam eden Türkleştirme ve Sünnileştirme politikaları hız kesmeden devam edegelmiş ve sonunda yeşil sermaye diye adlandırılan politik İslamcı grup bugün devletin tek sahibi halini almıştır. Devletin ve yaşam alanlarının hemen hemen her alanında kadrolaşan bu güruh bugün pervasızca kendine benzemeyeni yoketmek üzerine kurduğu iktidar etme algısıyla, başta Kürtler olmak üzere tüm 'ötekilere' pervasızca saldırmaktadır.
Büyük çoğunluğu Müslüman olan Kürtlere Fetullah Gülen'in cihad ilan etmesi ve AKP iktidarına bu konuda taktikler vermesi belki de İslam tarihinde bir ilktir. Cihad Müslümanlaştırmak için savaş anlamına geldiği için burada bir tezat durumun oluştuğu akıllara gelebilir. Ne ki; başbakan Tayyip Erdoğan'ın Kürtlere 'onlar Zerdüşttür' demesi gibi Gülen de Kürtlerin Müslümanlığını tartışabileceğini zannederek ve onları kendi anladığı İslamiyete çekemeyeceğini anlayınca Kürtlere savaş ilan etmekten kaçınmamıştır.
Gerek AKP hükumetinin ve gerekse de Gülen'in Kürtlere dönük bu politikalarının altında yatan en önemli unsur ise; Kürtlerin var olan devlet İslamından hızla uzaklaşarak kendilerince daha özgün bir İslamiyet tarifi yapmalarının yolunu açacak olan 'Sivil Cuma' namazları olarak anılan sivil itaatsizlik eylemleridir.
AKP iktidarının  işbaşına geldiği tarihten bu yana Kürt illerine yaklaşık 150 bin din görevlisini sevkettiği herkes tarafından bilinmektedir. Buna rağmen Kürtler, Diyanetin din adamlarına riayet etmemekte ve kendi imamlarının arkasında, Kürtçe vaaz vererek kendi ibadetlerini icra etmektedirler. Bu da haliyle var olan Türk-islamcı statükoyu altüst eden ve ezberleri bozan bir durum olmakta ve statükocu İslamcıları ve faşistleri çileden çıkarmaktadır.
Kürt direnişiyle Türk-İslam sentezinin Türk dayatmasını allak-bullak eden Kürtler, sivil cuma eylemleriyle de aynı sentezin İslam boyutunu içerden tartışılır hale getirmişlerdir.
Fetullah Gülen'in 'oraya (Kürt coğrafyasına) kalmaya değil ölmeye gidecek muallimler gönderebilmeliydik, istihbaratçılar, sağlık ekipleri göndermeliydik, tıpkı damarlarında dolaşan alyuvarlar ve akyuvarlar gibi dönüp dursalardı, onların çocukları vasıtasıyla aileleriyle ilişki kurabilecek elemanlar, asker ve polis göndermeliydik...' diyerek Kürtleri topyekün denetim ve baskı altına almaya, asimile etmeye dönük politikalarının ikinci nedeni ise; Kürt hareketinin artık Türkiye Sol Hareketinin ana gövdesini oluşturuyor olmasındandır.  Gülen cemaatinin resmi yayın organı olan Zaman Gazetesi'nde de defalarca tekrarlanan Kürtlere ve onların tüm siyasi mücadele alanlarına dönük, bu ve benzeri çağrılar yeni değildir. Kürtler devletin denetiminde olan dinin kişinin vicdanına terkedilmesi konusunda ve İslamiyet'te de reform yapılabilir mi konusunda açtıkları yeni çığırda ilerlerken hem kendilerini daha fazla özgürleştirme ve hem de inançlarını statükocu tekelci devletten azade etme konusunda büyük bir hamle yapmış bulunmaktadırlar. İslamiyette reform olur mu? Sorusu elbette burada benim yanıtlayabileceğim bir soru değildir, bunu uzmanlarına bırakalım ama görünen o ki 90 yıldır topluma dayatılan deli gömleği (Türk-İslam sentezi üzerine kurulu ulus devlet modeli) artık bu topluma dar gelmektedir ve Kürtler bunu parçalamaya çoktan başladılar. Bu arada aynı statükocu zihniyetten en fazla etkilenen Aleviler ve diğer inanç sahipleri de bu sürece katılır ve destek verirlerse, etnisite ve mezhebe dayanmayan eşit ve adil bir yurttaşlık tanımının yeni anayasada yapılabilmesi daha mümkün olabilecektir.
Burada sorun olan ise; tüm topluma yukardan aşağıya dayatılan tüm faşist uygulamalara kendini sol ve demokrat diye tarif eden bazı kesimlerin işbirliği ve güçbirliğine yanaşmamaları ve güçlerini birleştirme konusunda takındıkları utangaç tavırdır. Sorunlara seyirci kalanlar, ya tarafını belirleyecek veya bu süreçte devlet haline gelen yeşil faşizmin dişlileri arasında eriyip, yok olacaklardır.
Biz sınıfsal mücadele veriyoruz; Kürtler ulusal mücadele veriyor, Aleviler inançsal mücadele veriyor diyerek,  sanki yaşanan tüm bu gelişmeler fizanda yaşanıyormus gibi davranan ve  kendini mücadele süreçlerinden yalıtan; gözleri şaşı, kulağı sağır ve vicdanı körlerin bilmesi gereken şudur ki: bu yeşil faşizmin zulmu eninde ve sonunda tüm 'ötekilere' dokunacaktır, dokunmaktadır. Çok geç olmadan güçlerimizi birleştirmenin ve ortak bir cephede tüm farklılıklarımıza rağmen birlikte mücadele etmenin, demokrat ve solcu olmanın gereğini yerine getirmenin zamanıdır.

H. Selda AKSOY
Britanya Barış Meclisi Sözcüsü


demokratikles-me



AKP'NİN DEMOKRATİKLEŞ-ME!  PROJESİ

H. Selda Aksoy- 14.12.2011

İşbaşına geldiği günden bu yana demokratikleş-me! konusunda toplumun geniş kesimlerinde beklentiye neden olan AKP'nin, demokratikleş-me! Yolunda nasıl canla- başla çalıştığını anlamak için belli başlı bazı kurumlarda nasıl kadrolaştığına ve nasıl uygulamalar yaptığına bakmak gerekiyor.
Orduda demokratikleş-me!...
Türkiye toplumunun başbelası olan Kemalist statükonun yıkılması için kolları sıvayan  AKP iktidarı, öncelikle işe statükonun bekçisi olan orduyu dizayn ederek başladı. Ordu- sivil faşist ve bürokrasinin birlikte yürüttüğü ve birçok yasadışı olayda imzası olan cinayet şebekesi Ergenekon gizli örgütü deşifre edildikten sonra AKP Ergenekonculardan belli başlı kişileri tutukladı. 28 Şubat post-modern darbesinin sorumlularıyla hesaplaşmaya gitti. MGK kararlarını ordudan daha fazla etkileyen yegane siyasi güç oldu. Kemalist damarı ağır basan tüm kuvvet komutanlarını bertaraf etti, erken emekliliğe zorladı. 12 Eylül referandumunda 12 Eylül cuntacılarını yargılayacak düzenlemeler yapacağına söz verdi ve böylelikle anayasa referandumunda oy topladı. Bu da AKP'ye genel seçimde önemli bir hamle yapmasının ve sonuçları değiştirmesinin yolunu açtı.
Ergenekon sanıklarınının bir kısmını tutuklamakla beraber hala yargılayamadı. Eski özel harekatçı Ayhan Çarkın'dan, MİT yöneticisi Mehmet Eymür'e kadar birçok sanığın itiraflarına rağmen, 17,500 faili meçhul (!) cinayetin sorumlusu olan Ağar- Çiller cinayet şebekesine hala dokunamadı. Kemalist askerleri bertaraf ederken, Genelkurmay Başkanlığı'na Kürtlere yönelik kimyasal silah kullanmasıyla ünlenen Kimyasal Necdet'i getirdi. 2001 tarihinden bu yana askerde intihar etti iddiasıyla 550'den fazla asker öldürüldü[1] Disko denilen işkencehanelerde Uğur Kantar gibi 20'li yaşlardaki gençler işkenceyle katledildi. Kenan Evren katilinden ve çetesinden bırakın hesap sormayı, buna dönük herhangi bir yasal düzenlemeyi dahi gündemine almadı. Vicdani redçi İnan Süver, Halil Savda gibi insanların hayatını zindana çevirirken,  AHİM kararlarını dahi tanımayacağını ilan eden 'vicdani red yasasını çıkarmayacağını' açıkladı. Bedelli askerlikte parası olana muafiyet olmayana askerlik dayatan yasal düzenlemeler yapmayı taahhür ederek, yoksul halk çocuklarını savaş cephelerine sürmeyi ve zenginleri korumayı kendine görev bildi. Kemalist statükocu ordunun yerine AKP,  şeriatçı- cemaatci, yeni siyasal İslamcı statükoya bağlı bir ordu modeli dizayn etmekle meşgul.
Poliste Demokratikleş-me!...
AKP'nin poliste demokratikleş-me yolundaki en önemli adımı polis teşkilatında kadrolaşmak oldu. Neredeyse tamamı cemaat üyelerinden oluşan polis kurumunun özel güvenlik birimi olarak donatılarak, Kürtlerin üzerine salınması konusunda AKP düzenleme yaptı. Sistemin bekçi köpeği rolünü üstlenen polisin elini güçlendirmek ve toplumda korku havasını yaymak ve geliştirmek için hemem -hemen her türden demokratik hak arama eylemine polisin orantısız güç kullanmasını sağladı. Jop yetersiz olacak ki; kimyasal gazlar, sokak ortasında Şerzan Kurt, Aydın Erdem, Murat Elibol gibi üniversite öğrencilerinin kurşunlanması, Emekli öğretmen Metin Lokumcu'nun katledilmesi dahi AKP'ye yetmedi, bir de üstüne üstlük öldürülenleri suçlu, terörist ve 'eşkıya' ilan etti. 1 Mayıs'ta işçilere, 8 Mart'ta kadınlara, YÖK protestosunda öğrencilere, HES direnişinde köylülere ve ülkenin hangi bucağında olursa olsun Kürtlerin her eylemine şiddetle saldıran polis, sokak ortasında BDP'li milletvekillerini joplamayı, kalça kemiğini kırmayı, gazla zehirlemeyi, tartaklamayı en üstün görev bildi. Daha birkaç gün önce basına yansıyan ve ne yazık ki sıkça tanığı- şahidi olduğumuz İzmir Karabağlar Karakolu'nda Fevziye Cengiz'e yapılan işkence sahneleri toplumun belleğinde normalleştirilmeye çalışıldı. Son on yılda polisi toplumun kabusu haline getirilen AKP,  polisin düzenlediği sahte evraklarla KCK adı altında binlerce Kürt siyasetçisini, belediye başkanlarını, parti MYK üyelerini ve hatta akademmisyenleri tutukladı. Polisin sahte evrakı delil gösterilerek yargılanan üniversite öğrencisi Cihan Kırmızıgül'e sırf puşi taktı diye 45 yıl hapis cezası istendi. İleri demokrasinin demokratikleş-me projesinin polis ayağının görevi bununla sınırlı kalmadı, yüzlerce Kürt çocuğunu sokak ortasında katletti ve/veya gözaltına alıp tutuklattı.
Basında demokratikleş-me!...
AKP hükümeti dördüncü kuvvet olarak anılan medyada da demokratikleş-me sürecini hızla inşaa etmektedir. Doğan Medya Grubuna vergi borcu tehdidiyle yaptığı şantaj ve baskı sonucu medyada Doğan Grubunun liderlik bayrağı Gülen cemaatinin eline geçti. Her alanda olduğu gibi medya alanında da siyasal İslam kadrolaştı ve yerleşti. Muhalif basının kafasını ezmek için '65 gazeteci ve yazar tutuklandı'[2]. Basın Özgürlüğü ihlalinde ilk sırayı kaptırmayan Türkiye, AKP iktidarı ile Ahmet Şık'ın basılmamış kitabı İmamın Ordusu'nu yasaklayarak bir ilke de imza attı.Gazeteci  Ahmet Şık ve Nedim Şener'i  Ergenekoncu diye yargılarken, gerçek Ergenekoncuları yargılamayı hem göze alamadı ve hem de Yeşil Ergenekonu'nu yaratırken eski Ergenekon'u yargılayarak kendisine yeni bir çatışma cephesi yaratmak istemedi. AKP basında demokratikleş-me'ye hız verirken, hiçbir delil göstermeden 18 yıl 9 aya mahkum ettiği Atılım Gazetesi yazarı Necati Abay hakkında "kanıt yok, kanaat var" diyerek tüm hukuk normlarını altüst etti. AKP, padişahlık düzenine olan özleminin bir zikri olarak kendine muhalif olan tüm basın mensuplarını, yazarları, gazetecileri çivisi çıkmış yargıyı kullanarak bertaraf etti. Yine Atılım Gazetesi  eski sahibi Hatice Duman'a müebbet hapis cezası verirken,  Azadiya Welat Gazetesi'nin sahibi Vedat Kurşun'a 166 yıl, yine Azadiya Welat'tan Emine Demir'e 138 yıl hapis cezası verildi.
Anagörüş medyadan liberallere kadar birçok kişiyi ya görevini yapamaz noktaya getirip istifaya zorladı ya da baskı, zor ve tehditle işinden attırdı, sesini- soluğunu kesti. Geriye kalan dünün solcuları bugünün liberallerini satın aldı ve AKP'nin kalemşörler ordusu olarak ortaya saldı. Kürt basını üzerindeki tehdit ve baskılar hız kesmeden devam ederken Kürtleri TRT Şeş ile kandırmaya kalkıştı. Roj TV, Fırat Haber Ajansı, Rojeva Kurdistan vb. gibi haber kaynaklarını Genelkurmay ve MGK kararlarıyla Türkiye'de izlenemez, takip edilemez noktaya getirdi. Elektronik medya da demokratiklş-me'den nasibini aldı. Bazı internet ağları, sayfaları ya tamamen kapattırıldı ya da 'ailenin mahremiyeti' safsatasıyla engellendi. YouTube çok uzun bir süre, RTE ile ilgili klipler yayınlanıyor bahanesiyle yasaklı kaldı.
Polis demokratikleş-me işini o kadar ileri götürdü ki, KCK operasyonları çerçevesinde 1 Kasım 2011'de tutuklattığı Belge yayınları sahibi Yayımcı-Yazar Ragıp Zarakolu'nu ve 29 Kasım'da aramızdan ayrılan Siyaset Bilimci-Yazar Server Tanilli'yi konuşma yapacakları bahanesiyle, 9 Aralık 2011'de Belge Yayınları'na baskın düzenledi. Maalesef sayın Zarakolu hapiste ve sayın Tanilli'de mezarda olduğu için bu kez ileri demokrasinin polisi Belge yayınlarından eli boş dönmek zorunda kaldı. Yine de AKP'nin demokratikleş-me! konusundaki atılımlarına destek olmak için saatlerce yayın evinde polisin beklemesi, görevini tam ve kusursuz yapması bakımından kayda değerdi. 
Milliyetçi Türk faşistlerinin batı illerinde Kürt emekçilerine, yoksullarına linç girişimlerinde attıkları sloganlar, insanları linç etmeye yeltenirken takındıkları kendinden emin ve rahat tavırlar; polisin yüzde yüz milliyetçilerin yanında yer alacağı inancından kaynaklanmaktadır. Faşistlerin pervasızca davranmalarına ve polisten aldıkları güçle Kürtlere saldırmalarına seyirci kalan siyasi akıl ise Sivas katliamında olduğu gibi mağduru suçlu, katili ise kahraman ilan eden zihniyetten kaynaklanmaktadır. Türkiye, son 10 yılda bu manzaralara daha fazla alıştırılmaya çalışılmış ve toplumda polisin yarattığı korku imparatorluğu, giderek tüm toplumu susukun toplum yapma yolunda önemli başarılar sağlamıştır.
Eğitim ve Bilimde Demokratikleş-me!...
Bildiğiniz gibi 2009 yılı, UNESCO tarafından Evrim Teorisinin mimarı kuramcı Charles Darwin'e adandı. Tübitak (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu) Darwin'in 200. doğum günü ve Türlerin Kökeni adlı efsanevi eserinin yayınlanışının 150. yıldönümünde Mart 2009 tarihinde hazırladığı Tübitak Dergisi'nde 'Darwin ve Evrim özel dosyası' hazırladı. Tübitak Başkan Yardımcısı ve Bilim Teknik Dergisi Yayın Kurulu üyesi Ömer Cebeci dergideki Darwin kapağını ve dosyayı görünce Derginin  Yayın Yönetmeni Çiğdem Atakuman'ı görevden aldı ve dergiden Darwin dosyasını çıkardı. Yerine 'küresel iklim değişikliği' dosyası konularak ve kapak değiştirilerek dergi  bir hafta gecikmeli olarak çıktı. Bilim çevrelerinin konuya ilişkin görüşü ise "TÜBİTAK bu kadar siyasileşince olacağı buydu" şeklinde oldu[3]. Bilim ürettiğini iddia eden Tübitak, böylece Evrim Teorisine ve Darwin'e karşıtlığıyla tarihe geçerek; AKP'nin eğitim ve bilim alanındaki kadrolaşmasını ışık hızıyla tamamladığını ve bu alanda da demokratikleş-me! konusunda projenin gereğini içerdeki ellerle hallettiğini ıspatlamış oldu. Tübitak örneğinden sonra bilim üreten kurumlarda çalışan bilim insanlarının hangi koşullar altında mesleklerini yapacakları konusu  yeterince açıklık kazanmış oldu.
Profesör Dr. Büşra Ersanlı'yı BDP'nin Siyaset Akademisi'nde ders verince KCK operasyonları çerçevesinde tutuklandı ve bu saldırıyla vicdan sahibi tüm aydınlara, bilim insanlarına gözdağı verilmek istendi.
Üniversitelerde demokratikleş-me!
Siyasal İslamcı kadrolaşma en önemli bilim alanları olan üniversitelerde de demokratikleş-me! konusunda hamleler yapmakta gecikmedi. Devlet üniversitelerinin yönetim kadrolarının neredeyse tamamı AKP iktidarı tarafından değiştirilerek, demokrak- aydın üniversite hocalarının yerine cemaatçi- ümmetçi kadrolar yönetim kadrolarına yerleştirildi. 
En son 10 Aralık 2011 tarihinde, YÖK Başkanlığı'na atanan Gökhan Çetinsaya, Gülen Cemaatine bağlılığıyla bilinen bir isim. Bundan önceki görevi İstanbul Sehir Üniversitesi'nin Rektörlüğü olan Çetinsaya, her fırsatta alternatif bir eğitim modeli (cemaatçi eğitim) verdiklerini övünerek anlatanlardan. Çetinsaya, Fetullah Gülen'in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın da üyesidir. Bilindiği gibi İstanbul Şehir Üniversitesi'ni kuran ise Ülker Grubu'na bağlı Bilim ve Sanat Vakfıdır. Bu vakıf, İstanbul Cevizli Tekel arazisini hukusuz olarak ve iktidarın hamiliğinde gaspetmiş ve üzerine üniversiteyi inşaa etmiştir[4].
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi  Ozan Gündoğdu Hopa olaylarını protesto ederken 31 Mayıs 2011'de gözaltına alındı ve saçı cezaevinde kesilince dışardaki arkadaşları da Ozan'a moral destek olsun diye saçlarını kestirerek O'na fotoğraflarını yolladılar. On gün sonra fotoğraflardaki beş gençten üçü tutuklandı. İddiannamede tutuklanma gerekçesi  ise "gençlerin tanınmamak için  saçlarını kestirdikleri " idi.
19 yaşındaki üniversite öğrencisi kadının 'dur vurma hamileyim' demesine rağmen polis protestocu öğrenciyi tekmeleyerek bebeğini kaybetmesine neden oldu. 5 Ocak 2011'de ODTÜ'de AKP'yi protesto etmek için toplanan üniversiteli gençlere daha yürüyüşe başlamadan polis saldırdı. 13 Eylül'de görülen davada toplam 117 genç 10 yıl 6 aya varean ceza talebiyle yargılanıyorlar. Yine üniversite bahçesinde uzun eşek oynayarak, kartopu atan ODTÜ'lü öğrencilere polis biber gazı ve copla saldırdı. 8 Aralık 2010 tarihinde AKP'li Burhan Kuzu'ya yumurta atarak kendisini protesto eden Ankara Üniversitesi öğrencilerinden 13'üne 4'er yıl hapis istemiyle dava açılırken de üniversitenin yöneticilerinin öğrencilerini korumadığı görüldü.
KPSS'den (kamu personelini seçme sınavları)-YGS'ye,  LYS'denSBS'ye ve hatta ehliyet sınavına kadar eğitimin her alanında yaşanan yolsuzluklar AKP döneminde zirve yaptı. Yolsuzlukların genelde AKP'li başkanlar dönemine denk gelmesi bir tesadüf değildi, AKP'nin eğitim alanını demokratikleştir-me! konusundaki istikrarlı tutumundan kaynaklanmaktadır. Ümmetçi ÖSYM başkanı Ali Demir döneminde yapılan KPSS ve YGS sınavlarında kopya ve şifre iddialarından sonra  AKP,  Ali Demir'e talebi üzerine 24 saat yakın koruma sağlayarak yolsuzluğun mimarlarını  toplumdan koruma yoluna yoluna gitti.  İmam Hatip lisesi mezunlarına her türlü üniversitenin kapılarını sonuna kadar açan 'katsayı düzenlemesine son veren uygulama' Yusuf Ziya Özcan başkanlığında toplanan, YÖK Genel Kurulunda 21 Temmuz 2010 yılında kabul edilerek yürürlüğe sokuldu. İstanbul Barosu karara karşı 'eşitlik ilkesini ortadan kaldırdığı' gerekçesiyle dava açtı, YÖK ise Baronun dava açma hakkı olmadığını savunmakta.  Dava Danıştay 8. Dairesi YÖK'ün yükseköğretime girişte katsayı farklılığını kaldıran kararın yürütmesini durdurdu. Ümmetçi ÖSYM başkanı Ali Demir ise YÖK'ün kararını sevinçle karşıladığını açıkladı. Üniversitelerde yönetim kadrolarında tamamlanan şeriatçı kadrolaşmanın eğitim aşamasında da tamamlanabilmesi için İmam Hatiplilere önemli görevler düşmektedir ve yapılmak istenen de bilimsel eğitimin yerine İslami eğitim alanların üniversitelere kolayca ve beşeri bilimlerle ilgili dersleri yeterince almadan girebilmelerini sağlamaktır. 
Yargıda demokraikleş-me!...
HSYK'nun tamamına AKP tarafından siyasal islamcılar atandı ve HSYK'da  211 cemaat üyesi, siyasal islamcı hukukçu (!) üyeyi Yargıtay ve Danıştay'a seçti. Peki bu şeriatçı hukukçular demokratikleş-me konusunda neler yaptılar dersek yakın geçmişe bir göz atmamız yeterli olacaktır. Özel yetkili başsavcılar eliyle Kürt illerinde sıkıyönetim uygulamasına devam edildi, ediliyor.  Yüksek Seçim Kurulu'nun genel seçimlerden sonra AKP'nin önerisiyle bir gecede çıkardığı kararla BDP'li 6 ve CHP'li 2   milletvekilinin tutukululuklarını kaldırmama ve dokunulmazlıklarını işletmeme tavrı yargıya olan inancı tamamen yerle bir etmiştir. Üstelik bu milletvekillerinden  Hatip Dicle'nin yerine Diyarbakır'da seçilmemiş olan AKP'li birisinin vekil olarak tayin edilmesi ise ayrı bir hukuk skandalıdır.
Yargıda demokratikleş-me devam ediyor,
12 yaşındaki Uğur kaymaz'ı evinin önünde babası Ahmet Kaymaz'la birlikte, 13 yaşındaki Ceylan Önkol'u havan topuyla katledenleri yargılayamayan hukuk sistemi, terlikleriyle tarladan gelen Uğur'u terörist ilan ederek, Türkiye'nin hukuk sisteminde ne kadar adalet kaldığını ıspatladı.
Hrant Dink'in katillerini yargılayamayan ve tetikçi Ogün Samast'ın çocuk mahkemesinde yargılanmasını sağlayan aynı yargı sistemi, TMK ucubesiyle Kürt çocuklarını zindanlara doldurdu, takibata aldı, taciz etti ve Mazlumları 12'sinde mahkum ve mağdur edip, 17'sinde dağa kaçırttı ve katletti.
2002 yılında Mardin'de 13 yaşındaki NÇ adlı çocuk, çoğunluğu devlet memurlarından, koruculardan  oluşan toplam 26 kişinin tecavüzüne maruz kaldı. Yargıtay 14.Ceza Dairesinde görülen davada '13 yaşındaki çocuğun kendi rızasıyla tecavüze maruz kaldığı' hükmüne varıldı ve 2 kişi beraat ederken 22 kişi de 4 ila 2'şer yıllık hafif cezalara ve NÇ'yi para karşılığı pazarlayan 2 kadın da 9'ar yıllık cezalara carptırıldı. HSYK'nun seçtiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu karara itiraz etmeyerek onayladı. Böylelikle ülkemizde şeriatcı hakimlerin kadına- çocuk dahi olsa- bakış açısı hukuken hataya geçirilmiş ve resmiyet kazanmış oldu.
Yargıda demokratikleş-me'ye örnek gösterilecek bir başka gelişme ise Anayasa Komisyonu'na sunulan 'Hukuk Uyuşmazlıklarında  Arabuluculuk Kanun Tasarısı' ile AKP'nin hedeflediği alternatif yargı modelidir. Bu girişim, Şeriat kurallarını hayata geçirmek için düzenlenen önemli bir adım  niteliğindedir. Bu kanun teklifine göre İlam Belgesi verebilme hakkına da sahip olacak olan arabulucunun hukukçu olması şartı aranmıyor. Özel kurumlar tarafından verilecek olan 150 saatlik bir eğitimden sonra her dileyen üniversite mezunu arabulucu olabilecek. Yargının yerini alacak olan bu uygulamaya geçebilmek için Adalet Bakanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 6 Aralık 2011'de İstanbul'da düzenlenen 'Türkiye'de Hukuk Uyuşmazlıklarında  Arabuluculuk Uygulamaları Uluslar arası Çalıştayı' İstanbul Barosu Avukatları tarafından protesto edildi. Baronun yaptığı açıklamada dikkat çektiği gibi bu uygulama ile hedeflenen kadılık sisteminin hayata geçirilme hevesidir. Avukatların çalıştayı basarak katılımcılarına kırmızı kart gösterdikleri toplantıda asıl dikkati çeken şeyin ise katılımcıların çoğunun hukukçu olmaması idi. 'Modern kadılık sistemi' olarak adlandırılan bu kanun teklifi ile  evrensel  hukuk ilkelerinin yerine şeriat hukukunu geçirmek için uğraş veren AKP'nin demokratikleş-meden ne anladığı birkez daha ortaya çıktı.
Tutukluluk sürelerinin on yıllara vardığı ülkemizde hukuktan ve adaletten bahsetmek artık mümkün değildir. Kişinin haklarını savunmak ve korumakla yükümlü olan yargı sistemi elindeki terazinin topuzunu tamamen şeriatçılığa-sağa doğru kaydırmış ve giderek bireye düşman bir mekanizma haline gelmiştir. Guantanamo Bay tecridini İmralı'da uygulayan yargı sistemi, Abdullah Öcalan'ın avukatlarını da tutuklayarak tavşanın suyunun suyundan tirit üreten üstün başarısını sergileyerek AKP'nin demokratikleş-me komutununun gereklerini yerine getirme konusunda üstüne düşeni fazlasıyla ve layıkıyla yapmaya devam etmektedir.
Tüm bu gelişmeler ışığında resmin tamamına baktığımızda çıkarabileceğimiz tek sonuç olsa olsa "Zulm ile abad olan ahiri berbad olur" [5]deyip, bu hafta ve önümüzdeki haftalarda sivil cumalarda Müslümanlar, Hıdırellez'lerde Aleviler, Noel'de Hristiyanlar, Roşaşana ve Yom Kipur'larda Museviler, Sar-i Sal ve Çeşna Havini'lerde ve her Cumartesi Ezidiler, Mevlodo Di Moran'larda ve Denho'larda Süryaniler ve coğrafyamızda yaşayan bilcümle değişik inançtan topluluklar, halklar, ateistler hepimiz kendi dilimizde ve kendi inandığımız tanrıya, inandığımız herneyse ona  dua edelim: TANRIM, BENİ VE BİLCÜMLE İNSANLIĞI, SEVİYESİZ, IRKÇI VE AYRIMCI TÜRK SİYASİ SİSTEMİNDEN, CEMAATÇİ POLİSTEN, BİLİM DÜŞMANI EĞİTİM SİSTEMİNDEN, VICIK VICIK OLMUŞ, YANDAŞ MEDYADAN, ADALETİ OLMAYAN TÜRK HUKUK SİSTEMİNDEN KORU -AMİİİN... diyelim ve siyasette demokratikleş-me! Konusunu başka bir yazıya bırakalım.
[1]    Savda Halil, Alevi -Net, Türkiye'nin Aynası Askeri Kışlalar, 6 Kasım 2011.
[2]    http://tutuklugazeteci.blogcu.com- Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) - 29 Ekim 2011
[3]    Radikal Gazetesi-  Betül Kotan- Behzat Miser- 10 Mart 2009, TÜBİTAK"ta Darwin müdahalesi.
[4]    www. Muhalifgazete. com/27416- Gökhan Çetinsaya'yı Tanıyalım, 11 Aralık 2011.
[5]    Kaynak: Haşim Kutlu, 2010 Londra.